EY ZAHİD
Ey zahid şaraba eyle ihtiram
İnsan ol cihanda bu dünya fani[1]
Ehline helaldir, na-ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali
Sevap almak için içeriz şarap
İçmezsek oluruz düçar-ı azap
Senin aklın ermez bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali
Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali
Sen münkirsin sana haramdır bade
Bekle ki içesin öbür dünyada
Bahs açma Harabî bundan ziyade
Çünkü bilmez haram ile helali
Sözleri yukarıda yazılı olan deyişi çok seviyorum. Evvelden de bildiğim bir ezgiydi bu. Ama Erkan Oğur’un muhteşem yorumuyla dinledikten sonra sevgi ve dinleme isteğim daha da arttı.
Tabi birinin bir şeyi
“sevmesi” öznel bir şey. Ama bu sevginin arkasında neler olduğunu açıklamaya
engel değil. Yukarıda ifade ettiğim gibi bu deyişi sevmemde Erkan Oğur’un yorumunun
fevkalade olmasının da etkisi var. Ezginin güzelliği de önemli, keza güfte de. Harabî
Baba’ya (Ahmed Edip) (1853-1917) ait olan güftenin anlattıkları, hatırlattıkları,
çağrıştırdıkları ve bu sayede duyumsattığı bakımından da hoşuma giden, beni
kendine çeken bir derinlik ve mana var.
Nerede bu sözlerin
/güftenin mana derinliği?
Biri bana bu
“deyiş”te ne anlatılıyor diye sorsa, ona söyleyeceğim ilk şey, bu sözlerin
“batınî”liğin bugüne kadar okuduğum/dinlediğim belki en güzel ifadesi olduğudur.
Nedir batınîlik? Batınîlik farklı şekillerde olmak üzere bugün kendini daha çok
bazı tasavvuf ekollerinde gösteren bir anlayışın ifadesidir.
Ortaçağda toplumu
“avam” ve havas” olmak üzere ikiye ayırmak adettendi. Bu ayrımın arkasında
“elitist” (seçkinci) bir bakış olduğu açıktır. Bu açıdan bakınca bu ayrımın
“havas” denilen seçkinlerin topluma bakışını ve o dönemlerde “din”in ve
“hayat”ın nasıl algılandığına da işaret etmektedir. Unutmamalıyız ki o
dönemlerde insanlar kendilerini “din” üzerinden tanımlıyorlardı. Dolaysıyla bu çoğu
kez “hayat”ın her yönünü kapsayan bir telakkiydi. “Ey zahid” başlıklı bu deyiş
de bu telakkiyi yansıtmaktadır. Ve sadece görünüşe (biçime) bakan zahid’in
(takva sahibi sofu) dini/hayatı algılama ve yaşama biçimiyle düpedüz alay
etmektedir.
Geleneksel İslam’da
toplumun (“ümmet”in) “avam” ve havas” olarak ikiye ayrılması herkesin aynı
düzeyde olmadığını, dolaysıyla aynı ölçünün herkes için kullanılamayacağını da
ifade eder. Bu, hem halk önünde konuşurken hem de yazarken avam için havastan
ayrı kabullerin var olduğunu gösterir. Bu elitist yaklaşım, seçkinlerin kendi
aralarında konuştukları, tartıştıkları her şeyi avamın önünde açığa vurmamalarını gerektirir. Ne de olsa avam her
şeyi anlayamaz ya da ifade edilen “hakikat”in derinliğini kavrayamaz. Onun için
inanç esasları dâhil olmak üzere “hakikat”in ancak bir kısmını kavrayabilecek
olan avamın her şeyi bilmesi gerekli değildir. Keza avamdan dinî esaslar dâhil
gerçekliğin bir kısmının gizlenmesi gerekir. Üstelik çoğunluğu teşkil eden
avamın gerçeği öğrenmesinin faydadan çok zararı olacaktır. Bundan dolayı gerek
düşünürler ve gerek eimme (imamlar), fukaha (fakihler) ve mütekellimin
(kelamcılar) denilen din âlimleri muhataplarına göre değişen iki ayrı
lisan/söylem tutturmuşlardır. Bazı hakikatlerin halk tarafından öğrenilmesinin
faydadan çok zarar getireceği, hatta bunun fitne fesada sebep olacağını kabul
eden bu çifte ölçü, İslam düşüncesinin üç ana-akımı (Selefiye, Kelam ve
Tasavvuf) tarafından da kabul görmüştür.
Yukarıdaki
deyişte bu çifte söylemin tezahürlerini görmek zor değildir sanırım. İlk mısrada
“ehline helaldir, na-ehle haram” derken “ehil”
olanlarla “na-ehil” olanlar kimlerdir? Yaptığımız izah çerçevesinde “ehil”
yerine “havas”i “na-ehil” yerine “avam” tabirini koyarsak meselenin anlaşılır
olacağı açıktır. Gene son mısrada “helal” ile “haram” arasındaki farkı/sınırı
gerçekte bilen ile bilmeyen arasında ifade edilen tezat da gene “havas” ile
“avam” arasındaki farka işaret etmektedir.
Yukarıda sözkonusu deyişin “batınî” anlayışa
dayandığını ifade etmiştik. Bunun ‘batınîlikle alakası ne?’ diyebilirsiniz. “Batın”
iç demek “zahir” ise dış. Dolaysıyla batınîlik hakikatin mahiyetini, özünü
(batın’ı) ancak havasın anlayabileceği avamın bu yeterlilikte olmadığı, onun dış
görünüşe (zahir’e) takıp kalacağının kabul eder. Nitekim sözkonusu deyişin
ikinci mısraında “senin aklın ermez bu başka hesap” derken, avamın “batın”ın
künhüne vakıf olamayacağı ifade edilmektedir. Keza üçüncü mısrada “kandilin
içinde fitil oluruz” diyerek de hem “batın”ın (hakikatın) kendisine göndermede
bulunulmakta, hem de ona kimlerin vakıf olabileceğini imlemektedir. Tabi burada
kime göre kimin “avam”, kimin “havas” olduğu değişebilir. Mesela ehl-i tarik
biri kendi tarikine mensup olanları “havas”, onun dışındakilere “avam” gözüyle
bakabilir.
Ortaçağda bu anlayışı ekstrem noktalara çekerek her
türlü “haram” sayılan fiili ulu orta yapan kişiler için de bu tabir
kullanılmıştır. Gene Haşhaşiler diye bilinen “fırka” da batınîydi. Bu sadece
benzer grupların batınîliğe dayandığını, diğerlerinin bunu benimsemediğini ve
çifte söyleme başvurmadığı gibi bir yanlış algılamaya sebep olabilir. Ancak açıkladığımız
üzere ortaçağda “batın”ın ancak havas tarafından anlaşılabileceği fikri genel
kabul gören bir anlayıştı.
Bugün toplumsal olarak “avam” ve havas”, hakikatin ise
“batın” ve “zahir” olarak iki yönü olduğu anlayışına niçin aşina değiliz? Çünkü
son birkaç asır içinde bu durum kökünden değişmiştir. Bu deyişin belli
meşrepler/mezheplerin dar çerçevesi dışında dayandığı evrensel mananın
anlaşılmasının önünde de bu vardır. İslam dünyasında Harabî Baba’nın yaşadığı
dönemle de örtüşen XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyıl başında gazeteciliğin
ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla beraber demokratik talepler içinde bulunan münevverler
(aydınlar) nazarında bu ayrım giderek savunulamaz hale geldi. Nitekim
Pakistanlı modernist-İslamcı düşünür Fazlur Rahman da anti-demokratik gördüğü
“avam” ve “havas” ayrımına dayanan çifte söylemi kıyasıya eleştiren
âlimlerdendir. Bu değişimin anlaşılması noktasında Mümtaz’er Türköne’nin Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu
(İstanbul: İletişim, 1991) adlı kitabı hâlâ önemini korumaktadır.
Aslında adı geçen ayrım ve çifte söylemin Osmanlı
İmparatorluğu’nda muhalefetle karşılaşmasını XVI ve XVII. yüzyıla kadar eskiye
dayanmaktadır. Bu çerçevede XVII. yüzyıldaki Kadızadeliler hareketinin bu
ayrımı reddederek “avam”ın anlayışını –dinî terminoloji ile söylersek “zahir”i-
tüm topluma egemen kılmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. (Kadızadeli Mehmed’in
nihayetinde bir vaiz olduğunu düşünürsek Kadızadelilerin niçin “avam”a yönelik
bir hareket olduğunu daha iyi anlarız.) Mutasavvıflara/vahdet-i vücûd
düşüncesine dayanan batınî anlayışı savunan tasavvuf ekollerine karşı olması da
bununla ilgilidir. Bugün nihayetinde çifte söylemi esas alan bir anlayış
çeşitli tasavvuf ekollerinde yaşamaktadır. Ama şer’î esasları batınî yorumuyla
değil, zahirî yorumlarını benimseyen Nakşibendilik gibi tarikatlar/ekoller
bunun dışındadır.
Bu açıklamalardan sonra takriben bir asır önce
aramızdan ayrılan Harabî Baba’nın başka bir şiirinde “vaiz”i niçin
eleştirdiğini “zahid”e ona inanmaması
gerektiğini niçin tembihlediği daha iyi anlaşılır sanırım.
Ey
zâhid gel benim sözümü dinle
Vâ’iz
sözlerine sakın inanma
Allah’ı
seversen gel insâf eyle
Bunları
kavline inanıp kanma
Çünki bunlar Hakk’ı görmez hem bilmez
Şem’-i
vech Allah’a niyâz eylemez
Câhillerin sözü imlâya gelmez
Va'izlere uyub âteşe yanma
Başka bir şiirde ise ”vaiz” yerine “hoca”
tabirini kullanıyor.
Ey
zahid aldanma sözü yalandır
Hoca
hey’etinde haramzadeye
Her
ķavli yalandır mağz-ı
Ķur’andır
Cehd
etme beyhude istifadeye
Can sıķar va’zını gidüp dinlesen
Ehl-i
beyti bize söyle söylesin
Evlad-ı Resulü sual eylesün
Muķdedir değildir bir ifadeye
Kısacası Harabî’nin vaiz ya da
hocayı “cehalet”le suçlaması ne anlama geliyor? Onun “avam”dan olduğunu ya da
“avam”a mı seslendiğini? Şüphesiz. Ama bu aynı zamanda kendi meşrebine mensup
olanların “havas”tan olduklarını ifade etmenin başka bir biçimi değil mi?
Bu konuda başka şeyler de yazılabilir elbet. Ancak bu
kadarı yeterli görüyoruz.
[1] Şiirin orijinalinde bu satır “ Müsliman ol terk et bu kıyl ü kali” şeklindedir.
[2] Bu satırdaki ikinci “kandil” kelimesi “kanzil” olmalı. “Zilzunra sarhoş olmak” anlamındadır. Farklı ya da yanlış okuma Arap alfabesinde yer alan ve hem “z” hem de “d” olarak okunabilen ض harfinden kaynaklanmaktadır. Bu düzeltmeden dolayı MEB. Daire Ortaöğretim Genel Müdürlüğü İdari ve Mali İşler Başkanı Mustafa Karlıtepe’ye müteşekkirim.
Ellerine sağlık babacığım, keyifle okudum. Mükemmel 👏🏻❤️
YanıtlaSil������
YanıtlaSilElinize düşüncelerinize sağlık hocam. Güzel bi konu ve yazı
YanıtlaSilEllerine sağlık amcacım çok beğendim.Başarılar��❤
YanıtlaSilTeşekkürler geçmiş ve bugünkü anlayış lar
YanıtlaSilAğzınıza saglik
YanıtlaSilTeşekkürler Abdurrahman Bey. Çok beğenerek dinlediğim bir deyiştir "Ey Zahit Şarabı Eyle İhtiram" deyişi. Ve Erkan OĞUR.. Saygılarla...
YanıtlaSilKeyifle okudum hocam. Selamlar.
YanıtlaSilakademik unvan gerektirmiyor demekki yada informel akademisyenlik de olabiliyormuş mesela...güzel ve ilginç bir yazıydı..beğendim
YanıtlaSilan gelir heterodoks islam.da yerini alırmış hem de bam telini mıhlayarak...ben hep seçkinci ve kitabî islamın yerleşik olmasını arzulardım çünkü avamın yaşadığı islamın bidat yüklü bagajının olduğunu bilirim. ancak hakim ve kahir egemenin bicimledigi ve kendi emelleri icin içini boşalttığı siyasal islamdan hep korktum ve hâlâ da....eline sağlık güzel ve keyifli bir çalışma olmuş
YanıtlaSilYüreğine kalemine bileğine sağlık
YanıtlaSilEllerine sağlık büyük bir heyecanla okudum
YanıtlaSil