MUHACİR VE MÜLTECİLER
İki ay kadar önce aşağıda adı geçen Ahmet Uysal’ın bir televizyon programı sırasında sarfettiği sözlerden dolayı Balkan kökenli vatandaşlarımızla ilgili bir tartışma ortaya çıktı. Aşağıdaki yazıyı bu vesileyle yazmıştım. Ancak bir web sitesi ya da süreli başka bir yayında daha önce yayınlamadım. İçeriğin her zaman güncel bir yanı olması hasebiyle aşağıda yayınlıyorum.
*
* *
İstanbul
Üniversitesi’nde siyaset sosyolojisi Profesörü ve Ortadoğu Araştırmaları
Merkezi başkanı olan Ahmet Uysal katıldığı bir televizyon programında bazı Balkan
ve Kafkas göçmenlerinin Türk olmadığını, hatta Türkçe dahi bilmediklerini
Türkiye’de Türkleş(tiril)diklerini belirtti. Bu sözleri sarfettiği programda
bazı katılımcılar infialle karşılık verdikleri gibi, sosyal medya ve gerek
diğer kanallardan benzer tepkiler geldi. Balkan göçmenleri adına yapılan
açıklamalar, doğaldır ki duygusal bir içerik taşıyor. Hep bir ağızdan
söyledikleri – başka vakitlerde de onlardan duyduğumuz gibi- şu: ‘biz vaktiyle
atalarımız Anadolu’dan Rumeli’ye giden Evlad-ı Fatihan’ın torunlarıyız’. ‘Türk
gittik Türk döndük.’ İnsanların kendilerini nasıl tanımladığı ayrı bir şeydir. Ve
buna itiraz etmek anlamsızdır çoğu kez. Ama ya tarihsel gerçeklik başkaysa. Sosyal
problemlerin doğru anlaşılması ve doğru çözüm yollarının tespiti için duygusal
yaklaşımları göz ardı etmeden belki -ama bu kabullere kendimizi kaptırmadan- tarihsel
gerçekliği göz önüne almak gerekir. Günlük siyasi kaygılarla ileri sürülen
mülahazalar ya da duygusal tepkiler, problemleri – burada Suriyeli mülteciler
sorunu- kangrenleştirmeye ve derinleştirmeye sebep olacaktır, çözmeye değil.
Bu
konuyu tartışan ilk yazıyı Ertuğrul Özkök’ten okudum. 19 Eylül 2020 tarihli
“Hadi bir Türkleştirildik ya Sen ‘Ne’leştirildin” başlıklı yazısında meseleyi
şahsileştirerek “duygusal” ve aşırı tepki vermiş. Özkök, Bulgaristan göçmeni
olan anne babasının Türkçeden başka bir dil bilmediklerini belirterek, Balkan
göçmelerinin tamamını –adeta- kendi ailesiyle özdeşleştiriyor. Gene aynı
üslupla atalarının Türkiye’ye sığınmacı (mülteci) olarak gelmediklerini, çünkü onlar
gelmeden önce de Osmanlı vatandaşı olduklarını, kendi ülkeleri içinde yer
değiştirenler sığınmacı (mülteci) olamayacaklarına dikkat çekmiş. Keza
“Türkleştirildi” lafından hoşlanmayan Özkök bunun nedenini ise şöyle açıklıyor.
“Artık çok iyi biliyoruz ki, bunun bir adım ötesi ‘Onlar bizden değildir’e
çıkar…” En azından Özkök’e bu konuda ‘haklı değil’ diyemeyiz sanırım.
Murat
Bardakçı ise 20.Eylül tarihli “Bu Kafaya Göre Yahya Kemal de Türk Değildir ve
Türkçe Bilmez!” başlığıyla alaycı bir üslup kullanıyor. Muhacir ve mülteci
arasındaki farka değinerek, muhacirlerin mülteci –Özkök’ün tabiriye sığınmacı-
sayılamayacağını belirterek Uysal’ı sert bir dille eleştiriyor. “[B]ir zamanlar kendi devletimizin halkını teşkil eden
Rumeli göçmenleri ile bugünün mültecileri olan Suriyeliler’i aynı kefeye”
koyanları densizlikle itham etmekle yetinmeyerek meseleyi olmadık yerlere
çekiyor.
Rumeli
göçmenleri – biz buna Kafkasya göçmenlerini de dâhil edebiliriz- mülteci değil
midir? Gerçekten öyle midir? Bugün Türkiye’ye sığınan Suriyeli göçmenlerle
hukukî ya da başka açılardan hiçbir benzerlikleri yok mudur? Benzerliğin olması
“Evlad-ı Fatihan”a hakaret midir?
Sondan
başlayarak tartışalım. Suriyelilerin Rumeli göçmenleri ile karşılaştırılmasına
tepki duyulmasının arkasındaki nedenlerden en azından biri düpedüz ırkçılıktır.
Çeşitli mecralarda Suriyeli göçmenler kendi ülkelerinde kalıp vatanlarını
savunmak –ama kiminle, kime karşı?- yerine kuyruğunu kıstırıp kaçan ‘aşağılık
korkaklar sürüsü’ olarak takdim ediliyor. Karşılaştırmanın bu kadar çok tepki
çekmesinin nedenlerinden biri bu.
İkincisi
ise Suriyelilerin buraya mülteci olarak gelmişken, Rumeli göçmenlerinin hepsinin
kendi vatanlarının içinde yer değiştirdiklerinden dolayı hukukî statülerinin
farklı olduğu inancı/varsayımı. Yukarıda değinildiği gibi Özkök ve Bardakçı da
bunun altını özellikle çiziyorlar. Ama bu ne kadar doğru? Rumeli’den göç eden
herkes bu şekilde mi Türkiye’ye geldi? Bunun ancak kısmen doğru olduğunu
söyleyebiliriz. Zira 93 Harbi, Balkan Savaşları gibi dönemlerde zaten Osmanlı
tebasından olan kişilerin Rumeli’den Türkiye’ye geldikleri doğrudur. Ancak
Türkiye’ye gelenlerin hepsi bu şekilde gelmediler. Mesela Bulgaristan fiilen
1878 Berlin Antlaşması ile kuruldu. 1908’de ise sözde bağlı oldukları Osmanlı
Devleti’nden bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gene 1878’den itibaren
Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan’ın egemenliğine girdi. Burada sorabiliriz.
Sözkonusu tarihlerden çok sonraki dönemlerde başka ülkelerin
tebası/vatandaşları olarak gelenler hukuken mülteci değil midir? Mesela II.
Dünya Savaşı yıllarında gelenler, 1980’li yıllarda Jivkov’un tehcir ettiği
Bulgaristan muhacirleri. Türkiye’de bunlara da muhacir denilmesi hukukî durumlarını
değiştirir mi? Bu bağlamda diğer bir husus ise, Suriyelilerin Fransız işgal yılları ve öncesinde Türkiye’ye gelince
muhacir olarak kabul edilirken bir asır sonra geldiler diye Evlad-ı Fatihan’a
sığınılarak Rumeli’den gelenlerle eşit kabul edilmemesi ve hatta aşağılanmaları
kabul edilebilir midir? Kafkas göçmenlerini de işin içine katarsak belki
mesele daha iyi anlaşılır. Mesela Osmanlı topraklarına sığınan Çerkezler
1860’larda memleketlerinden sürüldüklerinde de çoğu çarın tebası idi, padişahın
değil.
Tabi
bu noktada başka bir durum ortaya çıkıyor. Rumelilerin Türk, Suriyelilerin Arap
olması. Sözünü ettiğimiz eşitlemeye itirazın en önemli noktası da burası.
Denilmek istenen şu ki Türkiye Türklerin vatanıdır. Türkiye’ye dışından gelseler
de zararı yok. Ama Suriye’den gelenler Arap olduğu için Türk göçmenlerle eşit
statüye tabi tutulamazlar. Uysal’ın Rumeli göçmenlerinin Türk olmadığına ifade etmesine bu
kadar tepki gösterilmesinin de arkasında bu var. Bu çerçevede Uysal’a cevap yetiştirmek
telaşıyla hareket edenler nüanslı dil kullanmayarak meseleyi siyah-beyaz olarak
takdim ediyorlar. ‘Rumeli göçmenleri Türktür/Türk değildir’ gibi. Oysaki
gerçeklik çok daha karmaşıktır. Rumeli göçmenleri bir kısmı Türktür tabiî ki.
Ancak bazıları da Müslüman olsa da fakat Arnavut, Boşnak, Rum ve Pomak gibi farklı etnisiteye mensuptu. Türkçeden başka diller konuşuyorlardı. Hatta Girit göçmenlerinin neredeyse
tamamı Türkçe bilmiyor ve Rumca konuşuyorlardı. Gene Kafkasya göçmenleri de
genellikle Türkçe bilmiyordu. Vaktiyle henüz Türkleşmemiş ya da Uysal’ın
tabiriyle Türkleştirilememiş bazı etnik gruplar sosyal ve siyasi problemler de
yarattılar. Ancak Türk tarihçiliğinde meselenin bu yönü en azından bugüne kadar
yok sayıldı ya da önemsizleştirilerek gözlerden uzak tutuldu. Milli Mücadele
yıllarında Marmara bölgesinin Anadolu yakasında Arnavut ve Çerkezlerin
faaliyetleri buna örnek verilebilir mesela. Bu konuda ayrıntılı bilgi için
Ryan Gingeras’ın Dertli Sahiller: Şiddet, Etnisite Ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun Sonu 1912-1923, (Çev. Melike Neva Şellaki, 1. Baskı,
İstanbul, 2006) adlı eserine bir göz atılabilir.
Kaldı
ki varsayıldığı gibi Suriyeli göçmenlerin tamamı da Arap değildir. Diğerleri
bir tarafa Türk(men) ve Kürt göçmenler de vardır. Suriyeli göçmenler üzerinden
mülteci düşmanlığı yapanlar bu ayrıntıyı da özellikle gözden kaçırmayı
yeğliyorlar. Sanırım bu gerçekliğin kendi siyasi mülahazalarına katkı
sağlamayacağını düşündüklerinden, Rumelilik/Evlad-ı Fatihan üzerinden
yaptıkları milliyetçilikle uyuşmadığından.
Son
olarak “Evlad-ı Fatihan” teriminin nasıl kullanıldığına da dikkat çekelim. Çünkü
gerek Osmanlı İmparatorluğu’nu salt bir
İslam Devleti olarak kodlayanlar ve gerekse kendilerini ‘Evlad-ı Fatihan’ın
torunları yerine koyanlar onların sadece ve sadece Anadolu’dan Rumeli’ye
göçen/göçettirilen Müslüman Türklerin ataları olarak takdim ediyorlar. Bir
başka tabirle tamamen Türk ve Müslümanlardan ibaret olduklarını varsayıyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla ilgili tartışmalara aşina olanların
bildiği gibi bu da doğru değildir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda zannedildiğinin
aksine gayr-i Müslimler de yer aldılar. Hatta öyle ki XV. yüzyılda yazılan bir
ilmihalde gazaya (evet ‘gaza’ya) katılanlar arasında ganimetin
üleştirilmesi sözkonusu edilirken “kâfir payı”ndan bahsedilmektedir. Salt İslamcı-Türkçü
perspektiften gerçekliğin bu yönünün görülmesi/anlaşılması mümkün değildir.
Oysaki bu durum Türk tarihçiliğinde çoktan beri bilinmektedir. Halil İnalcık’ın
M. Fuat Köprülü’ye Armağan kitabında
yayınladığı ve “Hıristiyan sipahiler”i konu ettiği Stefan Duşan’dan Osmanlı
İmparatorluğu’na başlıklı makalesinin yayınlandığı yıl 1953’tür. Bu vesileyle
Kırım göçmeni bir babanın oğlu olan İnalcık’ın da bir Türkçü olduğunu, ama
bilimsel nesnelliği her zaman ön-planda tuttuğunu hatırlatmak yerindedir.
Eric
Hobsbawm vaktiyle “geleneğin icadı” diye bir kavram ortaya atmıştı. Buna göre
aslında bazı ‘gelenek’lerin -adının çağrıştırdığı gibi- çok eski kökenleri
yoktur; bunlar milliyetçi çağda yaratılan mitlerdir. İnsanlar kendi
zamanlarının kabullerine göre algılar dünyayı. Tarihe ait çeşitli kavram ve
bilgileri de bu koşullar altında yeniden biçimlendirir. Osmanlı döneminde
ortaya çıktığında hiç bir etnisiteyi akla getirmeyen bir kavram (Evlad-ı Fatinan) böylece düpedüz
milliyetçi içerik kazanabiliyor böylece.
Özetle
‘Rumeli göçmenlerinin hepsi Türktür, vaktiyle Anadolu’dan Rumeliye göçmüş/göçürtülmüş
Türklerin torunlarıdır’ vb. efsaneleri bir tarafa bırakmamız lazım. Bazıları ‘herkesin kendi efsanesine
inanmasında bir sakınca yok’ diyebilir. Elbette öyledir de. Ancak kendi gerçekliklerini bilimsel
ve ispat edilmiş bir hakikat olarak takdim ederek veya kutsallaştırarak diğer insanlar
üzerinde baskı kurmaları, hatta başkalarını hor görmeleri kabul edilebilir
değildir.
bence gaywt net aciklamissin sayin hocam.
YanıtlaSil