NEREYE GİTTİ BU
ENTELEKTÜELLER?
Yedi veya sekiz yıl önceydi. Ankara’nın en eski Eczacılık Fakültesi’nin amfisinde sınav görevlisi olarak bulunuyordum. Sınav başladıktan sonra arka kısımda yer alan boş sandalyelerden birine oturdum. Bu sırada başka bir gözetmenle beraber, sınavdan önceki sohbetimiz sırasında doktorasını birkaç sene önce tamamlamış genç salon başkanı tutanak yazmak için uğraşıyorlardı. Bir süre sonra yanıma gelerek “hocam tutanağı yazdım, ama pek iyi olmadı galiba, siz ‘Edebiyat Fakültesi’nde okumuşsunuz, kontrol edebilir misiniz?” diyerek ricada bulundu. Nazik davete uydum tabii. Tutanak metnini okumaya başlayınca başta gayr-i ihtiyari her gördüğüm yanlışı düzelttim. Ama kısa sürede gördüm ki, tutanağın düzeltilebilecek tarafı yok. En iyisi baştan yeniden yazmak. Mecburen yeni bir kâğıda hepsi üç cümleden oluşan metni yeniden yazdım. Özetle doktora düzeyinde diploması olan birinin basit bir tutanak yazmaktan dahi aciz olduğuna şahit oldum. Bu ne kadar yaygındır? Bilmiyorum. Ancak YÖK’ün resmi sitesinde yayınlanmış olan tezlerin kalitesine bakarak vahim bir durum olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde.
Frank Furedi, Nereye Gitti Bu Entelektüeller? 21. Yüzyılda Philistinizmle Yüzleşmek (Çev. A. Erkan Koca, İstanbul: Birleşik Yayınevi, 2010) adlı kitabında başta Britanya ve ABD olmak üzere Batı dünyasının da -genel olarak kültür ve eğitim hayatında ve tabii ki üniversitelerin- benzer bir süflileşme sürecinden âzâde olmadığını anlatıyor. Adı geçen kitapta yer alan şu cümle bu açıdan çarpıcı: “İngiltere ve ABD’de, üniversite öğrencilerinden, çoğu zaman gramer kurallarını doğru kullanmaları veya küçük bir makale yazmaları beklenmemektedir.” (s. 191)
Furedi’nin tezi çarpıcı. Philistinizm (kitapta kullanılan bu terim ‘bayağılaşma’ olarak tarif edilebilir) gerek toplum nezdinde ve gerekse kamu politikaları açısından ‘normal’in kendisi haline geldi. Niçin mi? Her şeyden önce bu bayağılaşma, Aydınlanma perspektifinin ortadan kalkması ve dolaysıyla post-modernizmin getirdiği aşırı rölativizm (görecilik) ve otorite(ler)in sorgulanması süreci ile ilişkilidir. Bu noktada kırılma noktası 1970’li yıllardır. Modern öncesi dönemlerde hâkim seçkinci felsefenin bir sonucu olarak halkın hakikati anlama kapasitesine sahip olmadığı inancı vardı. Aydınlanma düşünürleri ise yaygın olarak “kalabalıkların eğitilmesinin ve aşama aşama aydınlanmanın mümkün olduğunu” savunuyorlardı. Bununla beraber XIX. yüzyılın ortalarından itibaren seçkinlerin halkı aydınlatmak görevi olduğu inancı güçlendi. Ne var ki ‘aydınlanma perspektifi’nin kaybedilmesiyle beraber ise birey ya da öğrenciye “hakikat”in ulaştırılabileceği inancı iflas etti. Bu aynı zamanda öğretmen-öğrenci ilişkisinde de kırılmaya yol açmış, iki tarafın eşitlenmesi “öğretmen”in otorite kurması ve bunun üzerinden bir şeyler öğretmesine engel teşkil eder hale getirdi. Gene kültür ve eğitim politikaları -postmodern çağın ruhuna uygun bir şekilde- insanların kapasiteleri hakkında açık ve net bir tutum alarak oluşturulmamakta, bu durum “kafa karıştırıcı dil [ve] herkesin yaratıcı olduğunu dile getiren bir pohpohlama retoriğiyle” (s. 201) birlikte yürümektedir. Bu durum aynı zamanda niceliği ön-plana çıkararak niteliği ikincilleştirmektedir.
Konuya bütüncü bir yaklaşımla eğilen Furedi, Batı ülkelerinde siyasal katılımın çok düşük olması ve bunun yukarı çekmeyi amaçlayan politikalarla ilişkilendiriyor. Keza tiyatro, müze, opera vb. gibi kültürel etkinliklerin tüm toplum katmanlarına yaygınlaştırmak isteği ve herkes için ulaşılabilir kültür/eğitim politikalarıyla da ilişki kurulmakta. Kültür ve eğitimle ilgili kamu politikaları çoğu kez ‘katılım’ı öncelemekte, haliyle içeriği ıskalamakta. Niteliğe değil, niceliğe odaklanmakta. Eğitim kurumlarında–üniversitelerde dahi- öğrencilere ve genel olarak vatandaşlara çocuk muamelesi yapılmakta, onların adeta mama ile beslenmesi gerektiği anlayışıyla hareket edilmektedir. “Üniversite öğrencilerine, giderek daha fazla müşteri muamelesi yapmak Amerikalı sosyolog George Ritzer’in, üniversitenin McDonaldizasyonu[1] olarak adlandırdığı sürece götürmektedir. Tıpkı müşteriler gibi öğrenciler de örtük bir biçimde, yaptıkları çalışmalara aktif olarak katılmaktansa verilen hizmetleri pasif bir tavırla kabul etmeye teşvik edilmektedirler.” (s. 155) İçeriğin boşaltılması, öğrencilere zor gelse de bazı beceriler kazandırmak, kafa patlatmak yerine, basit bilgilerin aktarılmasıyla yetinilmesi –öğrencinin de adeta hap yutar gibi kendisine sunulanı öğrenmesi- beklenmektedir. Hâliyle bu durum onların aktif olmaya, kafa yormaya, çalışmaya değil -“müşteri” olmalarına uygun bir şekilde- salt pasif “alıcı”lar hâline getirmektedir.
İlginç olan şu ki Britanya ve ABD örneğinde bu durumun normal hâle gelmesi, bu durumun değil, ‘elitist’ olduğu iddiasıyla –dolaysıyla ‘anti-demokratik’ yaftası vurgulanıp aksi eleştirilerek- ‘philistin’ denilen bu hâlin derinleşerek devam etmesi. Hâl böyleyken bu durum kanaat önderleri/seçkinler nezdinde “karşı çıkılamaz bir gerçek statüsü kazanmıştır.” (s. 202) Bu durum akademisyenler dâhil olmak üzere entelektüellerin, ‘egemen sınıfın değerleri’ni yücelttiğinin göstergesi olarak okunabilir. İki savaş arası dönemde Julien Benda’nın The Treason of the Intellectuals (1927)[2] adlı eserinde aydınları insanlığın vicdanı olmak ve ‘hakikat’in yılmaz savunuculuğunu üstlenmek yerine, siyasî rüzgâra kapılarak tam aksi (milliyetçi çığırtkanlık, mensubu olduğu grup/sınıf menfaatinin öncelenmesi, sekter tutum vb.) bir pozisyon aldıklarını gündeme getirmişti. Demek ki “garp cephesinde” bugün de “değişen bir şey yok”.
Son olarak akla gelen iki nokta var. Birincisi bu problem Britanya ve ABD gibi ülkelere mi özgü? Batı-dışı toplumlarla ve Türkiye’yle hiç mi ilgisi yok? Şunu söylemeliyiz ki gerek benzer koşullar ve gerekse meseleleri kendi bütünlüğü içinde anlamadan Batı’daki uygulama ve anlayışların ithali nedeniyle başta ‘içeriğin kaybolması’ olmak üzere benzer sorunlar Türkiye’de de var. Yazıya başlarken anlattığım ‘anı’ da bunu ima ediyor. Bundan dolayı bu problemlerin tartışılması aynı zamanda Türkiye’nin problemlerinin tartışılması demektir. Keza sorunların derinlemesine anlaşılabilmesi için de karşılaştırmalı perspektifin getireceği yararları izaha gerek yoktur sanırım.
İkincisine gelince, ‘kaht-ı münevveran’a neden olduğu varsayılan sözkonusu gelişmeler ne anlama geliyor? Eğitimin kitleselleştiği bir çağda önce cevaplandırmamız gereken en önemli soru şudur: Kitlesel eğitim mi, yoksa seçkinlerin eğitimi mi öncelenmelidir? Çünkü mevcut problemlerin temelinde “kitle eğitimi”nin öncelenmesi yer almaktadır. Furedi’nin göndermede bulunduğu Ritzer’in ‘toplumun McDonaldizasyonu’ kavramı da bunu ima etmektedir.
“Kitle üniversitesi niteleyen üç eğilim”den bahsedilebilir. Bunlar, “fikirlerle yaşamak ideali”nin terk edilmesi, “neye/kime yarayacak sorusunun ön plana çıkması”, “üç tür yabancılaşma”. 1-öğrencinin müşteriye dönüşmesi, 2- “bilimlerin disiplinler olarak ayrışıp birbirleriyle iletişimi kesmeleri, 3- dar uzmanlaşma”[3] Bu niteliklerin Furedi’nin bahsettiği philistinleşme hâliyle uyumlu olduğunu ayrıca izaha gerek yoktur.
O halde ne yapılmalıyız? “Kitle eğitimi”nden “seçkinci eğitim”e dönüş mü gerekiyor? Tarihin geriye çevrilmezliğinin farkındaysak bunun mümkün olmadığını zaten biliyoruzdur. Ama yapabileceğimiz en azından iki şey var:
Birincisi her şeyden önce nerdeyse yapılan her yeni düzenlemenin alamet-i farikasını teşkil eden veli-seçmeni memnun etmeye yönelik ‘popülist uygulamaları’ bir tarafa bırakmak. Sürekli aynı ya da benzer şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklememek. İkincisi ise tartışmasız bizden çok daha iyi ve oturmuş bir eğitim sistemine sahip olan bir ülkeyi model almak. Sürekli yeniden yeniden Amerika’yı keşfetmeye çalışmamak.
[1] George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, Çev. Şen
Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020
[2] Julien Benda, Aydınların İhaneti, Çev. Cem Soydemir, Boğu-Batı Yayınları, 2006
[3] Güney Çeğin, “Muhalif Bir Entelektüelin Büyü Bozumu: Bourdieu ve Entelektüeli Sorunsallaştırmak”, Ocak ve Zanaat; Pierre Bourdieu Derlemesi, Derl. Güney Çeğin vd, 3. Baskı İstanbul:2014, s. 515-6
YanıtlaSilGüzel bir yazı. Kutluyorum.
Günümüzde kullanılan sözcüklerin kullanımına biraz daha dikkat edilse daha iyi olur düşüncesindeyim.
Duyguların sağlık abim çok güzel anlatmışsın eğitim durumunu başarılar diliyorum
YanıtlaSilKalemine sağlık hocam
YanıtlaSil