TARİH
BİLİNCİ
Tarih yazılı ya da
yazısız belgeler aracılığıyla yazılır. Tarihçilerin ‘kaynak’ dediği
belgeler doğaldır ki zamanın yıpratıcılığına çoğu kez dayanamaz. Sel, deprem, yangın,
savaşlar, yanardağ patlaması vb. felaketlerin yanında insanların
ihmalkârlığından dolayı da belgelerin korunması ve geleceğe taşınması mümkün
olmayabilir. Bir şekilde bugüne kadar gelmiş ilkçağ, ortaçağ gibi göreli
eski dönemlere ait kaynakların birçoğunun bugüne ulaşması bilinçli koruma çabasından
çok tesadüfün eseridir. Avrupa’nın çoğu yerinde yazılı belgeler geç ortaçağdan
bu yana kesintisiz bir şekilde bugüne taşınabilmiştir. Günümüze ulaşmış
belgelerdeki kesintileri ve dağılımı savaşlar, devrimler ve isyanlar gibi
toplumsal olaylar belirlemiştir. İngiltere kıta Avrupa’sına nazaran bu tür
çalkantılara daha az maruz kaldığından İngiliz ortaçağından mebzul miktarda kamu
kayıtları dahi günümüze kadar gelebilmiştir.[1]
Bu belgelerin
günümüze kadar gelmesini sağlayan sadece doğal felaketler ya da sosyal olayların
tesadüfî dağılımı değildir elbet. Bir toplumdaki tarih bilinci düzeyinin de önemli bir etmen olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bu bilincin
gelişmesiyle Avrupa tarihinde Rönesans’tan itibaren pratik değeri kalmamış
çeşitli belge ya da kayıtların imha edilemeyip muhafaza edilmesi yaygınlaşmaya
başlanmıştır. Gene geç ortaçağlardan başlayarak kadim medeniyetlere karşı merak
geçmişten kalan eserlerin/belgelerin korunmasına hizmet etti. Arkeolojiye merak
ve elyazmalarını sistemli bir şekilde koruma altına alınması da bu merakın bir
sonucuydu. Britanyalı tarihçi John Tosh[2] bu
bilgileri aktardıktan sonra şöyle devam ediyor: “Batı toplum tarihinin başka
yerde hiçbir yerde görülmemiş ölçüde iyi belgelenmiş olması, işte bu
faktörlerin bileşkesinden kaynaklanır ve Batı’yı Çin, Hindistan ve İslam dünyası
gibi öteki büyük yazılı kültürlerden ayırır; oralarda yazılı kaynakları
korunması çok daha arızi olmuştur.”
Bu noktada lisans
öğrenimim zamanında Tarih Metodolojisi dersinde ders hocamızın bize okuttuğu
bir makale geldi aklıma. Takiyyettin Mengüşoğlu’nun “İnsan tarihî bir varlıktır”
cümlesiyle başlayan Tarihilik ve
Tarihsizlik (Felsefe Arkivi, I/2-3, 1946, s.115-130) başlıklı makalesi.
Mengüşoğlu bu makalede Tosh’un ileriye sürdüğüne benzer bir şekilde
doğulu ve batılı arasındaki farklılığı zaman ve mekânda tarihe/geçmişe bakışlarındaki
karşıtlık üzerinden tanımlıyordu. Batılı tarih bilincine sahipken doğulu ise
tam aksine bu bilinçten nasiplenmemiştir. Mütemadiyen her şeyi değiştirmeyi
marifet zanneder. Ama yaptığı değişikliğin makul ve mantıklı bir nedeni de
yoktur. Sırf değiştirmek için değiştirir adeta. Hiçbir şeyi değiştiremezse
masasının yerini değiştirir. Ki bu Mengüşoğlu’nun verdiği örnektir. Rahmetli bugün
yaşasaydı ‘mütemadiyen konutları yıkar ve yeniden inşa eder’ derdi muhtemelen.
Çin ve Hint dünyasını bir tarafa bırakalım. İslam dünyasını tek başına temsil etmese de Osmanlı kültürü açısından bakarsak yazılı ya da diğer tarihi değerlerin korunması gerçekten de Batı Avrupa’ya nazaran arızî mi kalmıştır? Daha açık ifade edersek bizde tarih bilinci gerçekten zayıf mıdır? Öyleyse, bu niçin böyledir? Bu durumun sonuçları nelerdir? Bu sonuçlar günlük hayatımızı nasıl etkiliyor? Mengüşoğlu’nun belirttiği gibi anlamsız değişiklikler yapıyor, hiç düşünmeden tarihi mirası korumak yerine mütemadiyen zarar mı veriyoruz?
Bu sorulara kısa bir
cevap vermek zorunluluğum olsa “evet tarih bilincimiz çok zayıf, tarihi mirasa
mütemadiyen zarar veriyoruz” derdim. Güncel ve işe yarar olmadığı için arşiv
belgeleri – İstanbul Defterdarlığı arşivi- hurda kağıt fiyatına başka ülkeye
(Bulgaristan’a) satılan bir ülkede bu soruya başka türlü
cevap vermek zor. Üstüne üstlük 22. 10. 2013 tarihli bir habere göre[3] 150
milyon belgenin bulunduğu Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin yüzde yirmi beşi kullanılamaz
hale gelmiştir. Buna mukabil “Bulgaristan’a yanlışlıkla gönderilen evrak”ın
daha iyi korunduğu söylenmektedir. Keza 12 Eylül 1980'de idareye el koyan cunta
yönetiminin TBMM, CHP dâhil siyasi partileri, sendikaları ve hatta TRT Ankara
radyosunun arşivini bilinçli olarak imha ettiği bilinmektedir. Ancak burada
bilinçsizlikten çok tarihe/toplumsal hafızaya bilinçli bir düşmanlık
sözkonusudur.
Güncelliğini
kaybetmiş evrakların ya da güncel hayatta hiçbir işlevi olmayan bazı eşyaların
korunması sözkonusu olduğunda Osmanlıların da bu bilinçten tamamıyla yoksun
olduğu söylenemez. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nda da güncelliğini yitiren
birçok evrak imha edilmemiş ve Tanzimat’an sonra da Hazine-i Evrak idaresi
kurulmuştur. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin (yeni adı Cumhurbaşkanlığı Devlet
Arşivi) temeli böyle atılmıştır. Kezâ Topkapı Sarayı’nı gezenler de bu tarih
bilincine şahit olabilirler. Burada sadece
Müslümanlar için önemli olan şahsiyetlerin – İslam peygamberi, dört halife vb.-
değil, başka şahsiyet ya da ülkelere ait çeşitli eşyalar bulunmaktadır. Mesela
XVI. yüzyıldan kalan devasa Macar kılıcı eritilmek yerine yüzyıllarca muhafaza
edilmiştir. Farklı şekillerde de olsa bu eşyaların muhafaza edilmesinin merkezi
otoriteyi meşrulaştıran işlevleri de olduğu izahtan varestedir. Ancak gene de
bu eserlerin korunmasının tarih bilincinden bağımsız olduğunu ileri süremeyiz.
Özetle devlet/bürokrasi açısından meseleye bakıldığında Türkiye’de tarih
bilincinden eser olmadığını ileri sürmek abartılı bir düşüncedir. Ancak durumun
memnuniyet düzeyinin yeterli olmadığı da açıktır. Nitekim koca Milli Eğitim
Bakanlığı’nın doğru dürüst bir arşivi yoktur. 1920’li yıllarda yapılan maarifle
ilgili ‘kongre’ gibi adlarla yapılan çeşitli toplantıların orijinal belgelerini/tutanaklarını
bulmak mümkün değildir mesela.
“Devlet” ya da
“devlet kurumları” üzerinden bakmayı bir tarafa bırakıp toplumsal bilinç
açısından bakalım. Nihayetinde sözkonusu devlet kurumlarına yön verenler de bu
toplumsal bilinçten bağımsız olamazlar. Bu açıdan ise durumun vahim olduğunu
söyleyebiliriz. Bir kaç örnek verelim. 2008 yılında Konya’da 1840’lı yıllara
ait vakıf kayıt defterleri ve bazı belgeler çöpte bulundu. Daha çarpıcı başka
bir örneği ise Hasan Reşit Tankut’un arşivinde bulunan Güneş Dil Teorisi’ne ait
Atatürk’e ait el yazısı belgelerin 1995 yılında bulunmasıdır. Talat Öncü adlı vatandaşın anlatımıyla: “Türk
Dil Kurumu kurucularından Hasan Reşit Tankut’un Kızılırmak Sokağı ile Selanik
Caddesi’nin kesiştiği köşede bahçe içinde bir evi vardı. Duyduk ki ev yıkılıp
iş merkezi yapılacakmış. Ev yıkımcıya verildi. Camları, çerçeveleri ve kapıları
çıkarıldı. Sonra hurdacılar ve kağıtçılar girdi. Kağıtçılar evin tavan arasına
çıkınca burada çuvallar içinde kağıtlar görür ve Sanat Kitabevi’nden Ahmet
Yüksel çağrılır. Ahmet Yüksel çuvalları olduğu gibi satın alarak dükkanına
götürür. Çuvallardan çıkan en önemli belge, Atatürk’ün Hasan Reşit’e el
yazısıyla yazdığı Güneş Dil Teorisine dair notlardır. Ahmet Yüksel bu belgeleri
çerçeveletip aylarca dükkanında sergiler. Daha sonra TDK’ya satar. Hasan
Reşit’in kızı rahmetli Prof. Dr. Gönül Tankut’un nasıl olup da babasının
çuvallar dolusu değerli belgesini çöpe attığı hala merak konusudur.”[4]
Benzer başka örnekler dışında tarihi mekânların nasıl hoyratça tahrip ve talan
edildiğini de biliyoruz.
Bazı belgesel kanallarında halen de gösterilen Salvage Hunters (Hurda Avcıları) adında bir program var. Drew Pritchard adlı
Galli bir antikacı Britanya’nın zaman zaman batı Avrupa’nın çeşitli yerlerini
gezerek eski eser topluyor. Çeşitli mobilyalar, şamdan, halı, kumaş, oyuncak,
süs eşyaları, poster, tabela, masa lambası vs. antika olarak satabileceği her
şeyi satın alarak restore ediyor ve satıyor. Programı izleyince şu kanaati
edinmemek mümkün değil: Bu adamlar
nerdeyse hiçbir eşyayı atmıyorlar. Kullanmıyorlarsa depoya kaldırıyorlar. D. Pritchard’ın
gezdiği sıradan konutlar değil sadece, kilise, okul, malikâne, çeşitli işletme
vb. yerlerde de aynı durum geçerli. Eski şeylerin kıymetsiz olduğu anlayışı
hâkim değil. Buna karşın bizim evlerimizde eskiyen şeyler asla muhafaza
edilmez. Gidin bir devlet kurumunu gezin, arşivin binanın en kötü yerinde olduğu dikkatinizi hemen çekecektir. Mesela bodrum katta.
Dolaysıyla herhangi bir su baskını vb. gibi durumda en başta zarar gören de arşiv olacaktır. Çünkü bu kurumların yöneticilerine göre o kurumdaki
en lüzumsuz şey arşivdir, eskiye ait belgelerdir.
Eski olanın değersiz
olduğuna dair algıyla ilgili bir anekdotu 1990’lı yıllarda Anadolu Medeniyetleri
Müzesi Müdürü olan İlhan Temizsoy’dan dinlemiştim. Vaktiyle Konya’da görev
yapan Temizsoy bir arkadaşıyla beraber Osmanlı dönemi camilerinden birini
geziyor. Eski halı uzmanı olan arkadaşı cami çıkışı “İlhan” diyor “Sobanın
altındaki düşen közlerden zarar görmüş o halıyı gördün mü?” “O halı tahmini 800
yıllık bir Selçuklu halısı.” Kısacası caminin imamı çok eski diye sobanın
altına yeni olanlar zarar görmesin diye bir Selçuklu halısı koymuş. Nihayetinde
Diyanet İşleri Başkanlığı ya da Müftülükle her neyse yazışma yapıyorlar. Ama
bir türlü bu halıyı müzeye devrini sağlayamıyorlar.
İnsanın
aklına gelen şu: Bizdeki bu tarih bilinci eksikliğinin arkasında ne var? Bu
konuda çok şey söylenebilir. Ancak Avrupa ile karşılaştırdığımızda en dikkat
çekici durum bence Avrupa’da feodaliteden müdevver bir aristokrasinin olması.
Tarih bilincinin gelişmesi her şeyden önce refah içinde yaşayan, maddiyata
doymuş, hiçbir şekilde gelecek kaygısı olmayan, kısacası boş vakti –Türkçedeki
‘boş vakit’in İngilizce karşılığının ‘free time’ (özgür zaman) olduğunu bu
vesileye hatırlatalım- bol bir sınıfın varlığı ile mümkündür. Tarihin,
antikanın, estetiğin vs. önemini gereğince kavrayanlar ancak bu koşullara
ulaşmış insanlar arasından çıkabilir. Nitekim Avrupa’da
antikacılığın/koleksiyonerliğin gelişmesi bu aristokratlar ve onların izinden
giden zengin burjuvalar sayesinde olmuştur. Yukarıda ismi geçen Drew Pritchard’ın ziyaret ettiği bazı
hane/malikânelerin bazen geç ortaçağlara kadar giden tarihinin olması bu
çerçevede dikkate değerdir. Bizde ise tarihi değil ortaçağa, bir asır öncesine
dayanan konaklar vs. dahi yıkılmış yerine apartman dikilmiştir. Ancak ne
hikmetse şu İngiliz, İtalyan ve diğer birçok Avrupalı ileri gelen ailelerinin
torunları, eski evlerini yıkıp yerine şık ve modern bir konut yapmayı
akıllarına getirmemişlerdir. Ne kadar aptallar (!) değil mi?
Bu satırları
okuyanlar “e ne olacak aristokratik bir –buna rağmen bu durum Türkiye’de birçok
kişi için nedense övünç kaynağıdır- geleneğimiz yok diye bizde bu durum hep
böyle devam mı edecek?” diye sorabilir. Şüphesiz bu kadar köşeli bir sonuç
çıkarmak doğru değildir. Ama aristokratik gelenekten yoksun olmamızın ülkemizde
tarih bilincini yerleştirmeyi zorlaştırdığı şüphesizdir. Erkenden tarih bilincine ve estetik zevke ulaşmış bir sınıfın varlığı
nüfusun diğerleri için de “model” teşkil edeceği açıktır. Aristokrasiye yaptığımız
vurgunun nedeni bu. Ancak şüphesiz refah seviyesinin yükselmesine paralel
olarak Türkiye’de de istediğimiz seviyelere doğru sıçrayacaktır. En azından
temennimiz bu. Keza elitleri tarih ve estetik bilinçle yetiştirmesi gereken
kurumları bu çerçevede yeniden yapılandırmak da şart.
[1] John Tosh, Tarihin Peşinde, 4. Baskı, İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011, s. 49
[2] Aynı eser, aynı yer
[3] http://www.milliyet.com.tr/osmanli-arsivi-tarih-e-karisti/gundem/detay/1779999/default.htm Erişim tarihi 28.11.2020.
[4]
Gerek burada zikredilenler ve gerekse aynı minval üzere birçok örnek 14 Aralık
2014 tarihli şu haberde bir araya getirilmiştir: https://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/tarihimizi-copten-topluyoruz-2044256
Erişim tarihi: 28.11.2020
Ellerine sağlık abim çok güzel bir konu tarih arşivlere sahip çıkamamış geçmişimizi silp atmışız ne kaynaklar dediğin gibi hurda niyetine Bulgaristana satıldığı gibi vs zevkle okudum ellerine sağlık
YanıtlaSil