ZARF VE MAZRUF

Buradan önce yayınladığım yazıların bir kaçı eğitimle ilgiliydi. Bundan dolayı uzun süre eğitimle ilgili bir şey yazmak istemiyordum. Ancak Orhan Pamuk'un aşağıda bahsettiğim açıklamasını okuyunca fikir değiştirmek zorunda kaldım.

*

*           *  

"Lise edebiyat derslerinin" demiş Orhan Pamuk, “yazarlığıma katkısı sıfır”. Pamuk’un bu çıkışı sonrasında birçok edebiyatçı-yazar bazıları mikrofon uzatıldığı için, bazıları durumdan vazife çıkararak açıklamalarda bulunmuşlar. Çoğu da lisedeki edebiyat öğretmen(ler)i hakkında. Anladığım kadarıyla Pamuk orta öğretimde edebiyata yaklaşım ve edebiyatın öğretilme biçimini eleştiriyor. Maksadı lisedeki edebiyat öğretmen(ler)ini eleştirmek değil. Buna rağmen okuduğu lisenin öğretmenlerinden Mehmet Uysal eleştiriyi kişisel algılamış ve bu minvalde bir cevap vermiş. Buna karşı verilen tepkilerden birine Mayk Şişman imzasıyla Milliyet gazetesinin internet sitesinde rastladım.

Pamuk, lisedeki edebiyat müfredatının bir romancı adayını besleyip beslemediğini gündeme getirmek istemiş. Doğru da yapmış. Kendisinden örnek verdiği için Mehmet Uysal sadece 70'li yılları dikkate almış ama ben bu görüşe katılmıyorum. Edebiyat derslerinin ezber ve bilgiden çok öğrencinin ufkunu genişletecek sorular sorması gerekiyor. Eğitim sistemi olarak ne yazık ki soru sorma becerisi, özgüveni noktasında 'ezber' yaptığımız için Avrupa'nın gerisindeyiz. Öğrencilerin sorular sormasını hedeflemekten çok bilgi odaklı ilerliyoruz. Orhan Pamuk da sistemsel ve 'zaman'sız bir eleştiri getirmiş, Nobel ödüllü bir isim olarak ülkesinde kendi gözlemlediği durumu eleştirmiş.”[1]

Şişman’ın dediği gibi Pamuk’un amacı “lisedeki edebiyat müfredatının bir romancı adayını besleyip beslemediği” tartışmak olabilir. Ancak genel manada rasyonel insan, sanatçı, bilim adamı vs. adayını beslemeyip beslemediğine de bakmalıyız. Ki zannedildiğinin aksine bunlar birbirinden tamamen ayrı şeyler değil. Daha önemlisi ise bu ve benzer tartışmaların “şahıs” odaklı olmasının yanlışlığı yanında, “müfredat” odaklı yapmak da yanlıştır. Düşünülenin aksine “müfredat” birincil mesele değildir. Bundan dolayı meselenin çok daha yukarıdan bir bakış açısıyla tartışılması şart.

O zaman önce toplumun genel beklentisi ve konuya yaklaşımına bakmalıyız. En nihayetinde birleşik kaplar teorisi gereğince hem eğitim politikalarını belirleyenlerin bakış açısı bundan bağımsız olmadığından, hem de toplumun talep ve şikâyetlerinin doğrudan eğitimin çerçevesinin belirlenmesinde etkili olduğu için. Bundan dolayı hiçbir konuyu toplum eleştirisi yapmadan doğru olarak anlayamayız.

Toplumumuzun genelinin eğitime (bekli de genel olarak hayata) bakışı aşırı pragmatisttir. Sanırım vaktiyle Çetin Altan dikkat çekmişti; Türkiye’de çocuklara/gençlere “ne yapacaksın?” denilmez “ne olacaksın?” denilir. Yanlışlık buradan başlamaktadır. Dolaysıyla eğitim sözkonusu olunca içerik, ne öğrenildiği, nasıl öğrenildiği ıskalanmaktadır. Böyle bir anlayışın olduğu toplumda sanat, edebiyat, bilimin tek başına bir değer olarak algılanması mümkün değildir. “Aşırı pragmatik” yaşam felsefesinin sonucudur bu. Bu şartlar altında dahi yetersiz de olsa sanat, bilim ve kültüre önem veren insanlar yetişiyorsa bu eğitimin sonucu değildir. Olsa olsa hedefe varmadan önce gerçekleşen bir sapmadır. Bir şey yapılacaksa en başta buradan başlanmalıdır. Bu algıyı değiştirmeye yönelik her çaba onun için önemlidir.

Gene aynı çerçevede düşünürsek toplumun ‘okula bakış ve beklentisi’ de önemlidir. Sözünü ettiğimiz aşırı pragmatizmin yanında genel olarak toplumun beklentisi okul ve öğretmenlerin ahlak bekçisi olması, onları her yönden kontrol etmeleri yönündedir. (Bugünlerde Ebubekir Sofuoğlu nam şahıs dolaysıyla gündeme geldiği gibi üniversitelerde dahi.) Böyle olunca her ne kadar öğretmenlere öğrencilerinizin kitap okumalarını teşvik edin vs. denilse de bunun fazla bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira insanımız öğretmenin önerdiği herhangi bir kitabın bir tek kelimesi dahi hoşuna gitmezse, hele hele günlük siyasetle ilişkili veya cinselliği çağrıştıran sözcük ya da cümleler varsa anında şikâyet mekanizmasına başvurmaktadır. Sanki hemen her romanda az çok cinsellik sözkonusu değilmiş gibi. Yönetici konumundaki kişiler de aynı kafada olduklarından soruşturma açmak zorunluluğu olmamasına rağmen güya “kamu yararı”nı gözeterek anında soruşturma aç(tır)maktadır. Böyle bir toplumsal iklimde öğretmenlerin öğrenciye kitap okutmaları, hatta kitap önermelerini vs. beklemek. Niçin?

Eğitimle ilgili bir diğer yanılgılarımız da meseleye bir müfredat meselesi olarak bakmamız ve bunu hayat memat meselesine dönüştürmemizdir. Bir defa Türkiye’deki gibi bir müfredat uygulaması öğrencinin yetişmesine değil, yetişmemesine hizmet etmektedir. Nasıl mı? Çünkü müfredat öğrenciye belirlenen sınırlar dışındaki şeyleri öğrenmemesi gerektiğini ima etmektedir. Müfredatın eğitim-öğretime getirdiği budur. Bunun getirdiği bir sonuçtur ki “müfredat dışına çıkmak” büyük bir suçmuş gibi algılanmakta soruşturmaya konu olabilmektedir.[2]

Buraya kadar yazdıklarımızdan ‘hiç bir müfredata gerek yok’ şeklinde de algılanmamalıdır. Fakat özellikle sanat, edebiyat, felsefe ve sosyal bilimler sözkonusu olunca sınırları en ayrıntısına kadar belirlenmiş müfredat olamaz. Olsa olsa tartışılacak genel konular belirlenir. Böyle olunca ders kitabı da olamaz. Olsa olsa her konuyla ilgili okunabilecek kitaplar/metinler olur. Başka türlü ezbercilikten çıkıp gerçekten bir şey öğrenmek mümkün değildir çünkü. Oysaki öğretmenlerin rehberliğinde her konuyla ilgili çeşitli kitap ya da başka metinleri okumaları ve tartışmaları gerekir. Belli bir müfredat ve sadece müfredattan –uygulamada ders kitabından- sorumlu olmak demek ‘düşünmek zorunda değilsin’ ‘müfredatı/ders kitabını ezberle, başarılı olmak için yeterli’ demektir. En azından birçok öğrenci bunu böyle algılayacaktır/algılamaktadır. Üstelik toplumun bu meseleyi kavrama düzeyi de bu algıyı destekler mahiyettedir.

Bu satırları okuyan bazı kişiler ders kitabı olmazsa ‘sınavlarda sorulacak soruların nasıl belirleneceğini’ sorabilirler. Bu aslında aklında sınav dışında bir şey olmayan ergenin sorusudur. Onun için yerinde bir soru değildir. Sınav ansiklopedik bilgi sahibi olma düzeyini değil, çeşitli alanlardaki beceri düzeyini ölçmeye yönelikse “konu” ikincil, hatta üçüncül önemdedir. Bununla beraber üniversiteye giriş vb. sınav en iyi adayı seçmeye yöneliktir. Diğer taraftan alışılan şekilde müfredata bağlı eğitim demek ezbercilikten kurtulamamak demektir.

Keza Türkiye’de ezberci eğitimin istenmediği iddiası da boş laftır. Gerek toplumun yaklaşımı ve gerekse eğitime yön verenler ezberciliğin aşılmasını yeterince önemsememektedir. Gerek sınırları çizilen müfredat ve gerek güya çağdaş eğitimin gereği olarak sunulan eşleştirme, bulmaca vb. etkinlikler de öğrenmekten çok ezberciliği teşvik etmektedir.

Burada doğaldır ki ‘ezbercilikten nasıl kurtulabiliriz?’ sorusu akla gelmektedir. Bu çerçevede yukarıda anlattığımıza ilaveten öğrencinin aktif olmasını sağlayacak asgari şartlar ve tedbirlere ihtiyaç vardır. Birincisi orta öğretim öncesi eğitimde temel bazı becerilere –okuma, okuduğunu anlama, sunum yapma, aritmetik, bilgisayar ve bilişim vb.- odaklanılması ve bu süre içinde bu becerileri kazanamayanların akademik eğitim almak için liselere doldurulmaması gerekmektedir. Bugün doktor raporuyla asgari yeterliğe sahip olmadığı sabit olsa dahi bir öğrencinin, bir şekilde lise diploması alırsa üniversiteye giriş sınavına girme hakkı vardır. Bu durum kabul edilebilir değildir. Orta öğretim kurumlarının kalitesini aşağıya çeken unsurlardan biri budur. Akademik eğitime uygun olmayan adayların mümkünse daha liseye başlamadan elenmesi herkesin sınava girme hakkı olmaması gerekir. En azından sadece belli koşulları yerine getirenler bu hakkı kullanabilmelidir. Mevcut durum yani herkesin sınava girme hakkının olması sadece “özel eğitim kurumları” patronlarının cebini doldurmalarına hizmet etmektedir. Orta öğretimin kalitesine zarar verdiği gibi özellikle alt gelir grubundaki ailelerin hem maddi ve hem manevi açıdan aleyhinedir.

Bir diğer husus ise eğitime yön verenlerin güya öğretmenin takrir usulü ile ders yapmasını istememeleridir. Ancak mevcut şartlar altında bu mümkün değildir. Liseye gelen öğrenci/birey öğretmenin bu şekilde davranması (ders anlatması) gerektiğini içselleştirmiştir. Aynı durum aileleri için de geçerlidir. Bunun zorlayıcılığı bir yana konuların öğrencilerin tartışması için genelde istekli değildir. Bunun gerçekleşmesi için yeni nesillerin baştan itibaren -aileleri de dâhil edilerek- buna uygun bir eğitimden geçirilerek orta öğretime gelmeleri halinde mümkündür. Bu durumda öğretmenin rolü bir tür moderatörlük olacaktır. Daha fazlası değil.

Tartışama[3] ve tartışma adabı nedir? Tartışmada nihai amaç nedir? Tartışma ile kör döğüşü arasında ne fark vardır? Fikir nedir? Fikirler arasında nasıl karşılaştırma yapılır? Aralarındaki benzerlik ya da farklılıklar nedir? Teori (kuram) nedir? Araştırma nedir? Nasıl yapılır? Bilgi nedir? Nasıl elde edilir? Fikirlerimizi ölümüne savunmamızı mı gerekir? Gayemiz en iyi en doğruya ulaşabilmek midir, yoksa haklı çıkmak mı? Öğretmenlerin ortaöğretimde öğretmesi gereken bunun gibi sorunlar olmalıdır, "malumat” dediğimiz ansiklopedik bilgiler değil. Moda tabirle öğrenciye “nasıl öğreneceği” konusunda rehberlik etmelidir. Öğretmeni müfredatı öğrenciye belletmekle mükellef sayan zihniyet terk edilmelidir.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bilim ve bilimsel bilgiye tartışmasız inanç vardı. Pozitivizm bunun ifadesidir. Gene XIX. yüzyılda Alman üniversite sistemini inşa eden Alexander von Humboldt (1769-1859) bilginin birbirinden bağımsız kompartımanlar/disiplinler halinde örgütlenmesini sağlayacak bir şekilde inşa etti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu aşıldı, disiplinler arası çalışmalar revaç buldu. Thomas Kuhn (1922-1996) bilimsel bilginin gelişiminin üst üste tuğlaların dizilmesi gibi biriktirilmesinden çok, mevcut paradigmanın aşılarak yeni bir paradigma inşa edilmesiyle mümkün olduğunu gösterdi. Diğer taraftan ilham kaynağı XIX. yüzyılın pozitivizmi olan modernlik (modernizm değil) yerini post-modernliğe bıraktı. Bu bilgi ve değer olarak kodlanan her türlü gerçekliğe bakışı değiştirdi. Rölativizmi egemen kıldı. Bilgi ve değerler arasında hiyerarşi kurulmasını adeta anlamsızlaştırdı.

Dolaysıyla çerçevesini çizdiğimiz reform çağın gereğidir. Bu çerçevede müfredat odaklı eğitim tartışmalarını, eğitimi bizim istediğimiz kalıplarda/ideolojilerde çocuklar/gençler yetiştirmenin aracı sayan endoktrinasyonu bir tarafa bırakıp, ‘dünyaya açık, geniş düşünceli ve yaratıcı nesiller nasıl yetiştirebiliriz?’ sorusunu merkeze alan bir tartışmaya ihtiyacımız var.

Özetin özeti: "Zarfa değil mazrufa bakınız." diye bir atasözümüz var. Ama eğitim sözkonusu ise bugün asıl önemli olan ‘mazruf’ (içerik) değil, ‘zarf’tır. (yöntemdir.)

 



[1] https://www.milliyet.com.tr/orhan-pamuk-un-edebiyat-dersi-elestirisi-nasil-yorumlanmali--molatik-18209/ Erşim tarihi: 23.12.2020

[2] Bu aynıyla vakidir. Sözkonusu iddia ile vaktiyle benim de hakkımda soruşturma açılmıştı.

[3] Burada günümüzde yaygın olarak kullanılan “tartışma” sözcüğünü tercih ettim, ancak asıl kasdettiğim “müzakere”. Bana göre “tartışma” sözcüğü ile eşanlamlı değil ama her okuyucu anlayamaz diye bu sözcüğü tercih ettim.


Yorumlar

  1. Çok güzel bir konu eğitim sistemi ellerine sağlık abim ülkemizin en büyük sorunu daha düzgün bir gelecek için eğitim problemini senin gibi eğitimin içinde bu günlere gelmiş aydın insanların bir biriyle müzakere ederek doğru olanı sisteme entegre etmek gerekir teşekkür ederim başarılar dilerim

    YanıtlaSil
  2. Babacığım bu konuya değinmiş olman beni çok mutlu etti. Ellerine sağlık, zevkle okudum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar