DİLEMMA

1970’li yıllar. Maocu bir grup genç ilçenin köylerini dolaşarak köylüleri kendilerince “aydınlatmak” ya da “bilinçlendirmek” için konferanslar veriyorlar. Ne mi anlatıyorlar? Gayet basit. Mao’nun “üç dünya teorisi”ni. Bu teoriye göre “üç dünya” vardır. Bunlardan biri öncülüğünü ABD’nin yaptığı “batı bloku”, diğeri onun karşısındaki Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki “doğu bloku”dur. Bir de “üçüncü dünya” vardır. Onun öncülüğünü de Çin yapmaktadır; falan filan. Gene böyle bir etkinlik sırasında anlatımını bitiren gençlerden biri, “benim anlatacaklarım bu kadar, sorusu olan var mı?” deyince arka sıralardan yaşı biraz geçkin bir amca, biraz da çekingen bir şekilde “benim var” demiş ve sözüne şöyle devam etmiş: “Şimdi yegân, anlattıklarını anlamışam. Bir ‘bu dünya’ var, bir de ‘öteki dünya’. Ama sen bir de ‘üçüncü dünya’dan da bahsettin. Onu anlamamışam. Peki ya bu ‘üçüncü dünya’ ne ki?”

Bu hikâyeyi vaktiyle Müslim (Üzülmez) ağabeyimin bir kitabında okumuştum. Ancak daha sonra aynı hikâyenin başka versiyonlarını da duydum, okudum. Doğaldır ki hikâyenin diğer versiyonları başka kasabalarda geçiyordu. Bunun sonucunda anladım ki bu hikâye yerel değil, evrensel gerçekliği ifade ediyor. Onun için de anlatılan hikâye herhangi bir kasabada geçmiş olabilir. Hikâyenin anlattığına gelince, bence gayet basit: “aydınlar” (okumuşlar) ile köylülerle sembolize edilen sıradan “halk” arasındaki çelişki. Burada ‘Maocu genç’ figürü yerine mesela ‘dindar bir genç’ olsaydı bu çelişki olmazdı herhalde diyenler olabilir. Ancak bu da doğru değildir. Çünkü o genç de “yaşlı amca”nın anladığı yaşadığı dini/inanışı beğenmeyip ‘doğrusu o değil budur’ diye gene kendi doğrularını dayatacaktır. Yani iktidar ilişkileri zannedilenin aksine değişmeyecektir.

Meksika’da yaşayan ve Zapatista hareketi ile ilişkili Marksist bir sosyolog olan John Holloway[1] İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek (4. Baskı, İletişim, 2015) kitabında yukarıda atıfta bulunduğumuz gençlerin paradigmalarının temelinde yer alan “devrim yoluyla iktidarı ele geçirmek” fikrini baştan reddediyor. Ona göre böyle bir devrim başarılsa bile bunun bir ‘pirus (Pyrrhus) zaferi’ olacağı daha baştan bellidir. Zira ‘iktidar olmak’ demek aynı zamanda, mevcut durumda eleştirilen pratiklerin aynen devralınmasını da ima etmektedir. Bu da gayeden (nihai amaçtan), yani özgür bir toplum isteğinden sapma anlamına gelmektedir. Holloway başta Frankfurt Okulu olmak üzere Batı Marksizmi’nin eleştirel paradigmasının  yöntemlerini kullanmaktadır. Eleştirel teori ‘ideoloji’yi toplumsal aktörlerin kendi gerçek durum ve menfaatlerini engel teşkil eden bir bilgi formu olarak değerlendirir. Bundan dolayı tahakkümden kurtulmaları için sahip oldukları ‘yanlış bilinç’ten arınmaları gerekir. Bu bilinç toplumsal çelişkilerin maskelenmesi ya da meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

Eleştirel teoriye dayansa da Holloway’ın asıl dayanağı başka yerdedir: Marx’ın yabancılaşma teorisi. Buna göre kapitalizmin temelinde işçinin kendi ürettiği ‘ürün’e yabancılaş(tırıl)ması vardır. Ürün -işçinin emeğinin bir sonucu olmasına rağmen- burjuvazi buna el koyduğu anda sermaye ve proletarya arasında menfaat karşıtlığı ortaya çıkmaktadır. Ancak her şey bu kadar basit değildir. Adı geçen yabancılaşma sadece işçilerle ilgili değil, adeta tüm toplumla ilgili bir süreçtir. İnsanın ürettiği nerdeyse her şey fetişleştiril(ebil)mektedir. Mesela bilim de bunlardan biridir. ‘Bilim’ de nihayetinde insanın ürettiği bir şeydir. Bundan dolayı bilimi kutsallaştıran pozitivist anlayış da eleştirilmektedir. Keza bu çerçevede akademilerde benimsenen anlayış da eleştirilmekte. Nitekim bilim adamının velev sefalet içinde yaşayan bir toplumu inceliyor olsun, ona dışarıdan bakarak nesneleştirmesi, adeta kendi yaşadığı dünyanın dışında/ondan bağımsızmış gibi davranması da kabul edilebilir değildir. Üstelik böylece “biz” ve “onlar” dikotomisi yaratılmaktadır. Çünkü sosyal bilimci, anlamanın yolunun kendi duygularını bir tarafa koyabilmekten geçtiğini öğrenmiştir. Pozitivist teorinin amacı sadece anlamak, toplumu verili haliyle kontrol etmek veya korumak olabilir; eleştirel teori ise bununla yetin(e)mez, mevcut durumun nasıl aşılabileceğine dair sorular sorması da gerekir. Marx’ın sık zikredilen o sözünde olduğu gibi. “ Filozoflar yalnızca dünyayı farklı biçimde yorumladılar, oysa aslolan onu değiştirmektir.”

Gelgelelim “zurnanın zırt dediği” yere. Holloway, Marx ve Feuerbach’a atfen ‘din’i de ‘bilim’ ve diğer insan eliyle yaratılan “ürün”lerden biri olarak değerlendiriyor. Dolaysıyla dinsel inanç da bu yabancılaşmanın bir parçasını teşkil ettiği ileri sürülmektedir. Tabi bu noktada mü’minlerin itirazını duymamak mümkün değil. Ancak bence mü’minler de bu fikre itiraz da bulunmadan önce durup biraz düşünmeli. Bu varsayımda hiç mi bir haklılık payı yok? Hz. Ömer cahiliye döneminde helvadan “put”lar yaptıklarını bu idollere ibadet ettiklerini, sonra acıkınca da afiyetle yediklerini anlatmamış mıydı? Öyleyse Tevfik Fikret çok da haksız değil herhalde. “Beşerin böyle delaletleri var/putunu kendi yapar kendi tapar”. Keza kimlikler ve para da aynı düzlemde görülebilir. İnsanın “icat” ettiği kimliklerin milliyetçilik yoluyla onun dışında ve hatta üstünde bir konum kazan(dırıl)ması, kapitalizmin “para”yı fetişleştirmesi bu şekilde değerlendirilmektedir.

Bir metinden bahsediyorsak, o metinde neyin mesele haline getirildiğine (sorunsallaştırıldığına) bakmak gerekir. Mefhumun muhalifinden hareketle söylersek bir de neyin mesele olarak görülmediğine/neyin boşlukta bırakıldığına bakmak gerekir. Bu şekilde baktığımızda ise sözkonusu metnin ima ettiği önemli bir soru var. Kimlikler belki aşılabilir, bundan dolayı bunu bir tarafa bırakıyorum. Ancak bizzat “din”in insan icadı sayılarak kutsiyetinin sorgulaması, hatta apaçık reddedilmesinin getirdiği hiçbir problem yok mu? Hepsinden önemlisi, toplumların sahip oldukları dinlerin dışlanması, insanların da dışlanması anlamına gelmez mi? Böyle bir dilemmayı bir mesele olarak tanımlayıp tartışmadan “dünyayı değiştirmek” mümkün mü? Bu durum başlangıçta anlattığımız hikâyedeki gençlerin köylüler karşısında düştüğü durumda olduğu gibi, ‘biz’ ile ‘dinsel inanç sahibi toplum’ arasında yabancılaşmayı beraberinde getirmiyor mu? Kısacası bu şekilde de “biz” ve “onlar” dikotomisi yaratılarak aynı kısırdöngü tekrar edilmiyor mu? Bence mesele yapılmayarak boşlukta bırakılan, sanki yokmuş gibi davranılan asıl mesele; işte bu.

Tabi bunun üzerine bana biri “tamam da çözüm ne?” diye sorabilir. Benim de buna gayet net bir cevabım var: “Bilmiyorım”.

 

Yorumlar

  1. İyi akşamlar güzel anlatım

    YanıtlaSil
  2. Bence hiç kimse bilmiyor. 👍

    YanıtlaSil
  3. Zaman zaman aklımıza takıldığı oluyor aslında bir döngü dür devam ediyor gidiyor din herkes bir ucundan tutmuş dinin bir etek bir paçavra gibi Kendi doğrultusuna hata doğru bildiği yöne çekiyor bana sorarsan her şeyin bir sahibi olduğuna inanıyorum kainatın da tek bir sahibi var insan varsa yalan var din yok diyor çok güzel yazid eline sağlıklik abim

    YanıtlaSil
  4. ucurum gittikçe büyüyor

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar