“İSLÂM
KÜLTÜRÜ”NÜ ANLAMAK
Başlık sizin için ne
ifade ediyor? Normal bir durum mu mesela, “İslâm” ile “kültür” kavramlarını bir
arada kullanmak? Çin kültürü, Avrupa (Batı) kültürü, Japon kültürü vb. adlandırmalarla
“İslâm kültürü” tabiri arasında bir benzerlik var mı? Hint kültürü deniliyor
mesela, Hindu kültürü değil; Avrupa ya da Batı kültürü deniliyor, Hıristiyan kültürü
değil; Çin kültürü deniliyor ama Konfüçyüs kültürü değil. Öyleyse İslâm sözkonusu
olunca niçin böyle değil? Niçin diğer toplumlar sözkonusu iken milliyet ya da
coğrafyanın “kültür”ünden bahsedilirken sıra İslâm toplumlarına gelince ise “din”
ile “kültür” bir arada kullanılıyor? Bunda bir terslik yok mu? Bu terslik “İslâm”ın
her şeyi kapsayan yekpâre bir yapı olduğu varsayımıyla mı ilgili? Thomas Bauer
(d. 1961) Müphemlik Kültürü ve İslâm (Çev.
Tanıl Bora, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2019) adlı kitabında İslâm’a bakıştaki
bu tersliği gündeme getiriyor. Ben de buna dikkat çekmek için bu tabiri yazımda
başlık olarak kullandım. Ama tırnak içinde.
İslâm’ın günümüzde
sahip olduğu imajın nahoş olduğu malum. Peki neden kaynaklanıyor bu? Şüphesiz
oryantalist bakıştan kaynaklanan sorunlar var. Ancak bu nahoş imajın ‘bir
kısım’ Müslümanların çeşitli eylemlerinden bağımsız olduğu da söylenemez. Soğuk
Savaş’ın bitmesinden sonra inşa edilmeye başlanan “yeni dünya”da, Müslümanların
“öteki” olarak kodlanması da bunun üzerine tuz biber ektiği açık.
Batı dünyasının Müslümanları
ve genel olarak “Doğu”yu “öteki” olarak kodlanması yüzyılların birikimi. Bu
aynı zamanda “Batı”nın kendini tanımlama çabasının bir parçası. En azından XIX.
yüzyılda Batı, kendini kontratların, ara kurumların (sivil toplumun), şehir
tüzelkişiliğinin vs. olduğu “hukuk” temelli bir dünya olarak tanımladı. Bu
dünyanın getirdiği koşullar sayesindedir ki “kapitalizm”i üretti. Gene tarihi
bugünden geriye kurgulayan aynı teleolojik
düşünme biçimiyle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir de buna, Batı tarihinin özgül
bir sonucu olarak “demokrasi” ve “sekülarizm”i ürettiği masalını ekledi. Batı’nı
ötekisi olarak “Doğu” ise, kapitalizm ve demokrasiyi üretemeyen dünya olarak
“geri” olanı (“azgelişmiş”) temsil ediyordu.
Thomas Bauer’in
kitabını okurken bu vb. düşünceleri akla getirmemek mümkün değil. Zira Bauer
ortaçağ İslâm dünyasında “çoğulcu” bir anlayışın hâkim olduğunu, muayyen bir yorumu “doğru” olarak dayatan
mutlakçılığın sözkonusu olmadığı ileri sürüyor. Hatta böyle bir
mutlakçılığın hoş karşılanmadığını ve ana-akımı temsil etmediğini de
söyleyebiliriz. Ortaçağ İslâm dünyasında mutlakçılık değil müphemiyet ana-akımdır.
Müphemiyetten kasıt
bir konuda velev birbiriyle çelişsin –yanlışlığını kanıtlayacak bir şey yoksa-
farklı yorumlar arasında herhangi bir hiyerarşi kurulmamasıdır. Bu durum birbirinden farklı, hatta birbiriyle çelişen
farklı yorumların, anlayışların ve yaşayış biçiminin yan yana ya da iç içe var
olmasına izin verir. Bauer’in bu konuda bir çok alandan örnekler getiriyor.
Bunlardan en çarpıcı olan ise Kur’an’ın tilaveti (okunması) ile ilgili, yani
‘kıraat ilmi’ ile ilgili olanı. ‘Kur’an’ın nasıl okunduğu niye bu kadar önemli?’
diyenler olabilir.
Açıklayalım: Çünkü
Kur’an’ın okuma (kıraat) biçimi, hangi anlama geldiğini de belirler. Dolaysıyla
aynen yukarıda söylediğimiz gibi aralarında hiyerarşi kurulmaksızın farklı
yorumlara izin verir. İlginçtir ki Hz. Osman farklı okumaları engelleyecek
işaretlerin konulmasına razı olmamış ve farklı okuma şekillerinin ve dolaysıyla
da yorumların geleceğe aktarılmasını sağlamıştır. Günümüzde ise -kısmen kuzey
Afrika’da devam eden ikinci kıraat dışında- bu tek bir standart (okuma biçimi)
vardır.
Ortaçağda sözünü
ettiğimiz bu çoğulculuk olumlanarak korunmuştur. Ancak XIX. yüzyıldan itibaren,
yani modernleşmenin İslâm dünyasına
sirayet ettiği dönemden itibaren bu değişmiştir. Suudi âlim İbn Useymin (1929-2001)
ve Hintli İslâm âlimlerinden Ebu’l A’lâ el-Mevdudî (1903-1979) Kur’an’ın tek
bir doğru (okuma) biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Bu bir tek yorumun mutlaklaştırılması
anlamına gelmektedir. İşin ilginç tarafı sadece benzeri selefi âlimler değil,
aynı zamanda Mısırlı modernist düşünür Tâhâ Hüseyin (1903-1979) de tek ve standart
bir okuma biçimini savunmakta, çoğulcu geleneğe karşı çıkmaktadır.
Bu noktada şu
sorulabilir. Hepsi Kur’an’ın okuma biçimi ve bunun çeşitli yorumlarının
olabilmesi, tek başına çok da bir şey ifade etmez. Bu örnek tek başına İslâm
dünyasında çoğulcu bir anlayışın olduğunu göstermez. Yani bir tek örneği genele
teşmil edemeyiz. Bu elbette ki doğrudur. Ancak Bauer’e göre İslâm dünyasında
sadece bir tek alanda değil, genel manada –üstelik sadece bilim ve felsefede de
değil- çoğulculuk vardı. (Bunun tek istisnası “kelam” çalışmalarıdır.)
Daha önemlisi çok sık
zikredilen, aktarılan bir ezber vardır. ‘İslâm’da din ve dünya işleri diye bir ayrım
yoktur’. İslâm’da dinin dışında “seküler alan” diye bir şey yoktur.
Bu ezberler evvelden beri oryantalistler tarafından ifade edilmiş olmakla
beraber, XIX. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında da kabul görmüştür. Üstelik
bu görüş asıl “İslâmcı” otoriteler tarafından hararetle savunulmuştur, el’an da
savunulmaktadır.
Bauer haklı olarak
bunun bir safsata olduğunu ifade ediyor. Bu kabulün arkasında oryantalistlerin
her şeyi “din” kategorisi içinde değerlendirmeleri vardır. Öyle ki velev zerre
kadar dinle alakalı mevzuları dahi “dinî” olarak yaftalamışlardır. “Fıkıh” bu
konuya örnek olarak gösterilebilir. Fıkıh iki ana kısma ayrılır. Biri “ibâdât”
(ibadetler), diğeri ise “muamelat”. Muamelat denilen bu ikinci kısım nerdeyse
tamamen dünya işlerine ait hukukî meselelerle ilgilidir. İnanç ve ibadetlerle
bir ilgisi yoktur. Ancak bu tabir genellikle “İslâm Hukuku” olarak
çevrilmektedir. Hatta İslâm geleneğinde politika / devlet işleri diyebileceğimiz
kapsama giren konularla ilgili dinin hiçbir şekilde dahil edilmediği bir
literatür de bulunmaktadır. Tamamıyla seküler bir mahiyet arz eden ‘âdâb’
literatürünün bir parçası olarak değerlendirilen bu eserler ‘siyasetname’
olarak adlandırılmaktadırlar. Bauer bu literatürü “din” ve “devlet” ayrımının
olmadığı varsayımını sorgulamak için gündeme getirmektedir. O Eyyubîler ve
Memluklular döneminden örnekler vermektedir. Vaktiyle XVII ve XVIII. yüzyıla
ait Osmanlı siyasetname-nasihatname denilen literatürü arasında yer alan birçok
eseri okumuştum. Bauer’in eserini okuyunca bu eserlere onun ileri sürdüğü gibi
“din” ve “devlet” ayrımını gösteren
kaynaklar olarak görülebileceğini fark ettim. Zira bu eserlerde de devlet
idaresi dinî bir mesele olarak değil, daha çok dünyevî bir konu olarak takdim edilir.
Rahmetli Kemal H. Karpat (1923-2019)[1] II.
Murad döneminde şeyhülislâmlık makamının dinî meselelerle dünyevî meseleleri
birbirinden ayırmak için kurulduğunu ileri sürmüştür. Keza gene Karpat en
azından XVI. yüzyılın sonuna kadar “devletin ve dinin ayrı otonomileri”nin
savunulduğunu ifade etmiştir. Bauer’in bakış açısı meseleyi Karpat gibi
va’zeden âlimlerin kavrayış biçimlerini te’yit ediyor.
Aslında asıl mesele
din-devlet ilişkisi değil. Ancak İslâm dünyasına “Batı”dan bakanlar meseleyi bu
temele oturtmuşlardır. Çünkü Avrupa’da devletin (krallığın) dışında ‘kilise’
diye bir örgütlenme vardır. Siyasal-toplumsal hayatın en önemli aktörü de önce
kilise olmuştur. Devletler/krallıklar zaman içinde kendi alanlarını kilisenin
aleyhine genişletmişlerdir. Oysaki İslâm dünyasında böyle bir durum yoktur.
Oryantalistlerin (İslâm tarihi sözkonusu olduğunda) her yerde “din”i
görmelerini sağlayan bu tarihi içselleştirmiş olan “Batılı” gözüdür.
Bu noktada tekrar
müphemiyet kavramına dönebiliriz. Avrupa’nın / Hıristiyanlığın tarihinde bunun
karşılığı yoktur. Bununla beraber bu bakış açısı sadece bazı alanlarla sınırlı
değildir. “Kelam” gibi konusu “inanç” esasları olan İslâm ilahiyatı dışındaki
konularda İslâm dünyasında kabaca XIX. yüzyıla kadar birbirinden farklı
yaklaşım, yaşam tarzı ya da anlayışların bir arada olması (çoğulculuk)
yadırganmıyordu. Bu konuda üzerinde durduğu konulardan biri ise cinsel
ahlaktır. Diğer taraftan bugün “dinin emri” olarak takdim edilen birçok kural
ya da uygulama (geleneksel ulema tarafından) çeşitli yorumlarla uygulanabilir
olmaktan çıkarılmıştır. (Recm cezasının fiilen uygulanmaması, istihsan ilkesi
çerçevesinde “faiz” yasağının uygulanmaması vb.) Bauer’in gündeme getirdiği
bilgiler yeni ve orijinal değildir; ama bu bilgilerin onun bakış açısıyla
ortaya konulması yenidir.
Ancak sözü edilen çoğulculuğun İslâm dünyasına özgü olduğu
zannedilmemelidir. Bauer İslâm tarihi çerçevesinde ifade edilen özelliklerin
bir taraftan zamansal olarak, başta Yunanlılardan başlayarak kadim
medeniyetlerde, diğer taraftan coğrafi olarak Çin Denizi’ne kadarki pre-modern
(geleneksel) Avrupa-dışı toplumların ortak yönleri olduğu ileri sürülmektedir.
XIX. yüzyıl yani
modernliğin egemen olduğu yüzyılda ise, çoğulculuk yerine her alanda Batılı tekçi bir anlayış giderek dünyaya egemen
oldu. Daha önemlisi Batı hegemonyasının egemen olduğu bu dönemde gerek
modernist ve gerekse İslâmcı olarak adlandırılan aydın-düşünürler de bu
yaklaşımı benimsedi ve içselleştirdi. Tabi bu durum komplocu bakış açısıyla
sadece “dış” dinamiklerin baskısının sonucu olarak değil, “iç” dinamikler ihmal
edilmeden anlaşılmalıdır. Bauer bu süreci Suriyeli araştırmacı-düşünür Aziz Al-Azmeh’e
(d. 1947) atfen[2]
“İslâm’ın İslâmîleştirilmesi” olarak adlandırmaktadır.
Bauer’in eserin
alt-başlığı: Farklı Bir İslâm Tarihi
Okuması. Şimdiye kadar anlattıklarımız dahi onun farklı bir okuma
gerçekleştirdiğini zaten göstermekte. Batı dünyası ile İslâm dünyasını da bu
çerçevede kıyaslamaktadır. Ortaçağda İslâm dünyası ve Batı dünyası, biri
mutlakçılığın diğeri çoğulculuğun egemen olduğu iki ayrı dünyadır. Ancak geç
ortaçağlardan itibaren İslâm dünyasından çevirilerin yapılması ve diğer
gelişmeler sonucu İslâm dünyası ile Batı dünyası birbirine yaklaştı. Rönesans
(XV ve XVI. yüzyıllar) bunu ifade eder. Fakat Batı dünyasında bu durum
kalıcılaşmadı ve aydınlanma ile beraber sözü edilen mutlakçılık tekrar zirve yaptı.
XIX. yüzyılda Batı dünyasının siyasal ve ekonomik hegemonyası beraberinde
felsefi ve ahlakî hegemonyayı da getirdi. Böylece Viktorya çağının mutlakçı ve
tutucu değerleri tüm dünyada kabul gören değerlere dönüştü. İlginçtir ki bu
durum Batı dünyası ile İslâm dünyası –ve diğerleri- arasında senkronizasyonu sağlamadı. Batı dünyası
modernite aşamasından postmodern aşamaya geçti. Sözü edilen bu anlayış ve
değerler Batı dünyasında bu şekilde aşılmasına karşın, İslâm dünyasında
–premodern dönemde postmodernizmle uyumlu bir kültür yaratmış olmasına rağmen- revaçta
kalmaya devam etti. Bu okumanın, “Doğu-Batı” karşıtlığı olarak okunan meselenin,
-biraz abartarak söylersek- aslında ‘eski Batılı’ değerler ile ‘yeni Batılı’
değerlerin çatışmadan başka bir şey olmadığını ima ettiği de açık.
Bu tartışmanın güncel
meselelere anlaşılmasında yansımasına gelince. Bu konuda iki husus üzerinde
duracağız:
‘Elindeki tek alet
çekiç olan kişi her şeyi çivi olarak görür’ derler. Benim de –tarih okumamın
getirdiği deformasyon sonucu olsa gerek- tarihle ilgili bir şey okuduğumda önce
‘tarihyazımı’ ile ilgili sonuçları geliyor aklıma. Onun için önce Türk tarih
yazımı ile ilgili yönüne bakacağız. Türk tarihçiliğinde gerek genel manada Türk
tarihi ve gerekse Osmanlı tarihinin İslâm tarihinden farklılaştırılmak
istendiğini hissetmemek mümkün değildir. Bunlardan biri de Türklerin İslâm’a /
dine bakışlarındaki farklılıktır. Din-devlet ilişkileri de bu çerçevede
işlenir. Mesela Osmanlıların devlet yönetiminde rasyonel esaslara dayandıkları
dolaysıyla teokratik bir yönetim kurmadıkları, hatta – Osmanlı ile laik
cumhuriyet arasında süreklilik sağlamak ve meşrulaştırma endişesi ile- laik
oldukları ileri sürülmüştür. Bu düşüncenin çeşitli versiyonları vardır. Rahmetli
Ömer L. Barkan (1903-1979) bu bakış açısını en ileri noktaya taşıyarak Osmanlı
devletinin şer’i bir devlet olmadığını ileri sürmüştür mesela. Bauer’in bakış
açısı da aslında Barkan ve Halil İnalcık (1916-2016) gibi tarihçilerimizle birebir
aynı olmasa da aynı paralelde. Ama önemli bir farkla. Türk tarihçileri
genellikle bunu Türk tarihinin özgünlüğü bağlamında savunurlar. Oysaki Bauer
bunun tam aksine –diğer birçok alanda olduğu gibi- Osmanlı tarihinin İslâm
tarihinin bir uzantısı olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekiyor.
İkincisi ise dine
bakışımızla ilgili. Avrupa’da reformasyondan sonra Kitab-ı Mukaddes mahalli
dillere çevrilmiştir. Bunun sonucunda herhangi bir mü’minin kutsal kitabı
okuyarak anlayabileceği, dolaysıyla onu yorumlama hakkına sahip olduğu fikri
doğdu. Buna ‘Protestanlaşma’ diyebiliriz. XX. yüzyılda İslâm dünyasında da
benzer bir anlayış ortaya çıktı. Milliyetçiliğin tesiriyle dinin
millileştirilmesi projesinin bir parçası olarak Kur’an’ın Türkçe ve diğer
Müslüman nüfusa sahip ülkelerin dillerine çevrilmesi de bu Protestanlaşmanın
bir parçasıdır.
Sözünü ettiğimiz bu Protestanlaşmanın modernleşme taraftarlarınca olumlu bir gelişme olarak görüldüğü malum. Yani
sadece okuma yazması olan bir insanın “kutsal metinleri” okuyarak dini
anlayabileceği, cahillikten kurtulabileceği kabulü ile bu gelişme olumlanmaktadır.
Buna karşı çıkan ulema ise halkı cahil bırakmakta menfaati olan bir zümre
olarak takdim edilir. Oysaki sıradan bireylerin kutsal kitabı kendi dilinde (veya
orijinalinden) okuyarak anladığını varsayımı çok tehlikelidir. Çünkü bu kişi
okuduğu metinden anladığını her devirde geçerli olan “Allah’ın emri” hükmündeki
kurallar olarak algılayabilir. Bir başka tabirle kutsal metin ile kendi zihni
arasındaki mesafeyi sıfırlayabilir. Nitekim günümüzün selefileri (El-Kaide,
İşid vb. örgütlenmeler bu akımın içinden çıkmıştır.) bu şekilde düşünmektedir.
Bir başka tabirle günümüzün fundamantalist akımları gelenekselci değil, bu
Protestanlaşmanın getirdiği modernleşmenin sonucudur.
Varmak istediğimiz
sonuç anlaşılmıştır sanırım. Dinle ilgili meseleler olduğunda genelde bunun
“cahillik”le ilişkilendirerek ve kitlelerin bilgilendirilmesiyle problemlerin
aşılabileceğini peşinen kabul eden varsayımlarımız. Bu varsayımın sorgulanması
gerektiği açık. Ayrıca diğer alanlar gibi “din” de uzmanlık gerektiren bir
alandır. Herkesin her şeyi anlayabileceği düşüncesinin bizi getireceği nokta
ortadadır. Mesela İslâm tarihinde zina yapanların taşlanarak öldürülmesi (recm)
cezası sadece bir defa uygulanmışken (1660’larda), bugün ise Taliban’ın egemen
olduğu Afganistan topraklarında ya da İran’da sık sık uygulanmaktadır. Bir
başka örneği Afganistan’da kadınların “burka” denilen kıyafeti giymeleri “Allah’ın
emri” olarak dayatılmasıdır. Bundan dolayı bu kıyafetin tarihi ortaçağa
dayandığını veya İslâmiyet’in bölgede yayılmasının bir sonucu olduğunu
zannedilebilir. Oysaki XIX. yüzyılda gelişen kıyafette tekdüzeleşmenin bir
sonucu olarak popülerleşmiştir. Bir başka tabirle burka “modern bir giysidir.”[3]
Vasat aklın egemen
olması bu olsa gerek.
Günümüzde İslâm ne Kur'an'ın özü gibi yaşanıyor ne de yaşatılıyor. Toplumlar gelenekselliklerini İslâm'ın gereğiymiş gibi dayatarak bir nevi kendi İslâm algılarını benimsetme savaşı veriyor. Dışarıdan bakıldığında gerçek İsâm Kültürü de algılanamıyor. İslâm'ın kendisi kültürdür ve tüm milletlere hitabeder, evrenseldir. Emeğine sağlık hocam.
YanıtlaSilProf. Dr. Thomas Brauer Islamın yoruma açık belirsizlikleri nedeniyle değişik gelenekler ve kültürler yaratabildiğini söyler.
SilBu anlamda insana bir nevi özgürlük ve seçim şansı getirdiğini söyler.
Çok güzel bir konuyu kaleme almışsın sevgili abim dinin dar çerçeve içinde algilarsak kişinin ve toplumun hem gerici hemde yaşama bakış açısı çokta sağlık olmayacağını düşünüyorum ellerine sağlık duygularına sağlık abim
YanıtlaSilEmeğinize, kaleminize sağlık hocam.
YanıtlaSil