OKUMAK

Yazılı kültürün ortaya çıkmasının üzerinden en az beş bin yıllık bir süre geçti. Yazının icadının toplumsal açıdan yeni bir ayrım yarattığı muhakkak: Okuma-yazmayı bilenler ve bilmeyenler. Okuma yazmayı bilenlerin (rahipler, kâtipler, vergi tahsildarları vd.) köylüler vb. daha alt sınıf mensupları karşısında –sahip oldukları bu becerinin getirdiği avantajdan yararlanarak- kendilerini daha yukarıda konumlandırma imkânına kavuştukları açıktır. Onlara bu avantajı sağlayan da okuma-yazma becerisine sahip olan bu sınıfa mensup insanların çeşitli konularda bilgi/ enformasyona sahip olmaları ve bu yolla iktidar ya da iktidara ortak bir konum elde etmeleridir. Böylece bilgi tekelini elinde tutanlar ile okuryazar olmayanlar ayrımı, -basitçe ifade edersek- kolayca hükmedenler-hükmedilenler- ayrımına evril(ebil)miştir.

Böyle bir dünyadan bahsederken yazılı kültürün geliştiği söylenebilir mi? Tabi ki. Ancak bu kısmen böyledir. Çünkü yazılı bir kültür ortaya çıkmış olmasına rağmen kitlelere yayılmamış, moda tabirle halka mal olmamıştır. Dolaysıyla yazı bilinmesine rağmen “halk” kitleleri dediğimiz amorf grup ya da gruplar arasında yazılı değil ancak sözlü kültürden bahsedebiliriz. Mesela bir edebiyat vardır. Ama bu yazılı bir edebiyat değil, sözlü edebiyattır. (Mesela şiir yazılmaz söylenir, şiir yazmak yeni bir durumdur.) Bunların bazı örneklerinin bugüne gelmesi, bugün onları yazılı olarak okuyabilmemiz bir şeyi değiştirmez. Çünkü sonradan yazıya geçirilmiş olsalar da bu ürünler sözlü kültürün egemen olduğu bir vasatın/gelenekler ve anlayışın sonucu oldukları unutulmamalıdır.

‘Tamam da bunun ne önemi var?’ diyenleri duyar gibiyim. Bir örnekle açıklayalım bunu. Mesela Kur’an-ı Kerim zannedildiği gibi –sonradan bir yazılı hale getirilmiştir ama- (yazılı) bir metin değildir. Sözlü bir edebiyatın/kültürün egemen olduğu topluma “inzal” edilmiştir. Yazılı kültürün anlatım, ifade biçimi ve üslubu ile sözlü anlatıma dayalı edebiyatın üslubu birbirinden farklıdır. Keza toplumsal düzlemde de iki topumun gelenek, hayata bakış ve öncelikleri birbirinden farklıdır. Bundan dolayıdır ki sözlü kültür ve bu kültürün getirdiği farklılıklar göz önüne alınmadan anlaşılamaz, doğru bir şekilde yorumlanamaz.[1]

Bu örneğin de gösterdiği gibi yazı biliniyor olmasına rağmen binlerce yıl “metin” değil “söz” (kelam) egemen olmuştur. Nitekim bu, Ahd-i Atik’in ilk cümlesinde de ifadesini bulmuştur. “Önce söz (kelam) vardı.” “Sözlü kültür” dediğimiz bu kültürün egemen kültür (ana-akım) olmaktan çıkması göreli olarak yeni bir şeydir. Tahmin edileceği gibi okuma yazmanın yaygınlaşması ile bu kültür sönmeye yüz tutmuş, yerini yazılı kültüre bırakmıştır. Bununla birlikte birinden diğerine geçiş de dümdüz bir doğrultuda, sözlü kültürün adeta birdenbire sona ererek yazılı kültüre/metne dayanan bir kültürün ortaya çıkması şeklinde olmamıştır. Mesela Osmanlı dünyasında kahvehanelerin/ kıraathanelerin ortaya çıkması sözlü kültürden yazılı kültüre geçişte önemli bir ara evre olmuştur. Bu mekânlarda Karagöz-Hacivat gibi ortaoyunu ürünleri sergilendiği gibi, buralarda bazı geleneksel edebiyat ürünleri de okunurdu. Okunurdu diyorum, ancak bu ürünler yazılı kültürün değil, genelde sözlü kültür örnekleri olan eserlerdir. Battal Gazi Destanı, Saltukname, Hazreti Ali Cenkleri, Leya ile Mecnun, Kerem ile Aslı hikâyeleri gibi. Bu durum sözlü kültürün topluma sunulmasında yeni mecralar ortaya çıktığına işaret etmektedir.

Burada dikkat çekmeliyiz ki konuşan/anlatan ile muhatabı/muhatapları arasında –tabi belli bir zaman ve mekânda - diyalogdan başka bir şey olmayan “söz”e dayanan kültürle, bir tek kişinin bir metni okuması çok farklı şeylerdir. Şöyle ki:

Sözü edilen eserleri/anlatıları ya da benzerlerini dinleyenler aslında bir şey öğrenmezler, böyle bir amaçları da yoktur. Çocukluğundan beri zaten bildiği eserleri (anlatıları vs.) yeniden yeniden dinlerler. Belki dinledikleri eserlerden estetik bir zevk de alırlar. Ama aynı zamanda toplumsal gelenekler, normlar, değerler bu vesileyle yeniden üretilir: Bir başka tabirle toplu olarak yapılan seanslar/dinlemeler insanlara mensup oldukları cemaati ve onun belirlediği sınırları, değerleri yeniden hatırlatır. Bu açıdan bakınca bireysel değil toplumsal bir eylemdir. Keza amacı da toplumsaldır.

“Geleneksel insan”ın “modern insan”a evrilmesi bununla yakından ilgilidir. İnsanın toplumsal bir varlık olması yanında aynı zamanda “birey” olması, tekil olarak da muhatap alınması.

Bundan hareketle ne söylenebilir? Bence dikkate değer çıkarımlar yapabiliriz. Okur-yazar oranı yüksek olmasına rağmen kitap okuma oranları yerlerde sürünen toplumlar, yazıyı bir teknik beceri olarak devralmış olsalar da henüz sözlü kültürden yazılı kültüre -geçmemiş demeyelim ama- gereken intibakı henüz tam sağlayamamış toplumlardır. Onun için bu toplumlarda best-seller denilen çok okunan eserler dışında kitaba pek rağbet görülmez. Çünkü kitap okumak demek bireysel bir eylemde bulunmak, diğer insanlardan kendini farklılaştırmaktır. Onun içindir ki farklı farklı (edebî) janrlar (türler) da gelişir bu toplumlarda. Seksen milyonu aşkın nüfusa sahip bir ülkede uzmanlar tarafından yazılsa da meraklıların da okuyup anlayabileceği eserler bile iki binin altında basılıyor ve zor satılıyor mesela. Bu toplumun “modern toplum” olmak için daha katedeceği çok yolun olduğunu, olsa olsa yazılı kültüre intibak edemediğini gösterir, aksini değil.

Ama best-seller olan kitapların satışları bu düşünceyi yanlışlıyor diyenler olabilir. Ancak işin aslı öyle değildir. Çünkü diğer eserlere nerdeyse hiç rağbet yokken bu eserlerin çok satması bireyselleşmenin değil, tam aksine insanların (bir kliğe/cemaate) mensubiyete daha çok önem verdiğinin göstergesidir. Ki bu da sözlü kültürün ana akım olduğu dönemlerdeki işlevinin yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle çoğu kez bu eserlerin satışının arkasındaki saik bireyin kendinin otonom konumunu ortaya koyma talebiyle ilgili değildir. Tam aksine mensup olduğu kliğin/cemaatin değerlerini benimsediğini vurgulama ve hatta kamuoyu önünde ifade etmesidir. Tabir caizse bir çeşit ‘iman tazelemesi’dir. Onun için sosyal medyada bol bol fotoğrafının paylaşılması vs. de elzemdir.

Doğaldır ki böyle bir kültürün egemen olduğu bir ülkede “dilini bilmediğimiz kutsal kitabın okunmasının bir önemi yoktur. Önemli olan anlamaktır“ demenin de bir manası yoktur. O zaten gereken her şeyi bildiğini düşünmektedir. Kur’an okumanın/okutmasının ve dinlenmesinin amacı da –mü’minlerin sevap alacaklarını düşünmelerinin ötesinde- bir şey öğrenmek değildir. Seremoniler ve bu çerçevede yapılan okuma ve dinleme faaliyetleri mensup olduğu cemaati ve belirlediği sınırları, değerleri ona yeniden hatırlatır. Yeni bir şey öğrenmeyi değil.

Özetle yazının ortaya çıkmasıyla yeni bir tahakküm aracının ortaya çıkmasını sağladı. Okuma/yazmanın yaygınlaşması ve kitap endüstrisi insanın özgürleşmesi ve bu tahakküme/iktidar odaklarına meydan okumasına imkân sağladı. Ancak bir kliğe/cemaate mensubiyeti önceleyen insanların bu imkândan yararlanmaları olası değildir. Zira okumak, cemaatten ayrı düşmeyi göze almayı gerektirir.

Öyleyse önümüzde iki seçenek var: ‘Sürü’den ayrılmamak (safları sıklaştırmak, dışındaysak bir ‘sürü’ye katılmak), ‘sürü’den ayrılmak (zaten dışındaysak en azından mesafemizi korumak).

 



[1] Ayrıntılı bilgi için bkz: Dücane Cündioğlu, Kur’an’ı Anlamanın Anlamı – Hermeneutik Bir Deneyim I-, 5. Basım, İstanbul; Kaknüs Yayınları, 2005.

Yorumlar

  1. Çok güzel ve bilgilendirici bir yazı olmuş hocam, emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Yazı güzel. Ellerine ve aklına sağlık.
    Bu yazıyı okuyanların bu konuda daha geniş bir bilgi edinmeleri için; Walter J. Ong'un Metis Yayınları tarafından yayımlanan SÖZLÜ ve YAZILI KÜLTÜR Sözün Teknolojileşmesi kitabını okumalarını öneririm.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler abe. Kitap tavsiyesi için ayrıca teşekkürler...

      Sil
  3. Işıldatıcı katkın için çok teşekkür ederim Abdurrahman.

    YanıtlaSil
  4. Bilgilendirme için teşekkür ederim güzel bir konu hatta ilgi uyandıran yazı ellerine sağlık abım

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar