TAÇ GİYEN MİLLET

Mazhar Müfit Kansu’nun[1] aktardığına göre Mustafa Kemal’e ileride Türkiye’de kurulmasını düşündüğü hükümet biçimini sorunca o da vakti gelince “cumhuriyet” idaresinin kabul edileceğini ifade etmiştir. Bu diyalog Erzurum Kongresi’nin (23 Temmuz 1919) toplamasından önce gerçekleşmiştir. Gene bu vesileyle Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra hanedan ve halifelik sorununun çözümlenmesi, Latin harflerinin kabulü ve kılık-kıyafette düzenlemeden de bahsetmiştir. Kansu bu diyalogu defterine kaydetmiş ama bu projenin gerçekleştirilmesini “hayal” olarak nitelendirerek meseleye şüphe ile yaklaşmıştır: “Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter!”

Gerek Kansu’nun meseleyi takdimi ve gerekse bu diyaloga dikkat çeken bazı Türk tarihçilerin –Atatürk’ün ne kadar orijinal bir insan olduğunu ortaya koyma kaygısıyla herhalde- cumhuriyet rejimi tesis etmenin daha önce kimsenin aklına gelen bir fikir olmadığı izlemini uyandıran bir tutum içinde yazmışlardır. Bu anekdota da bu çerçevede göndermede bulunmuşlardır.

Öncelikle şunu belirtelim. Osmanlılar bir idare biçimi olarak “cumhuriyet”ten habersiz değillerdi. Osmanlı Devleti ile ticari ve siyasi ilişkisi olan Venedik’in de bir cumhuriyet olduğunu hatırlatmamız yeterlidir sanırım. Hatta 1703 tarihli Edirne Vakası sırasında Yeniçeri Çalık Ahmed’in hanedanın ortadan kaldırılarak “cumhur cem’iyeti” tesisini önerdiği de bilinmektedir. Çalık Ahmed bu tabirle büyük ihtimalle bugünküne benzer bir cumhuriyet idaresini değil, Yeniçeri ocağının güdümünde bir idareyi ifade etmek için kullanmıştır.[2] Ama tek başına hanedanın bir tarafa bırakılması fikrinin bile o dönemler için çok orijinal olduğu açıktır. Berlin Antlaşması’ndan (1878) sonra Rodoplar’da, Balkan Savaşı’ndan (1912-1913) sonra ise Batı Trakya’da “cumhuriyet” ilan edildiği de bilinmektedir. Daha fazla örnek vermeye gerek yoktur sanırım. Konunun ayrıntılı anlatımı ve daha fazla örnek için isteyen Bülent Tanör’ün Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) ( İstanbul: YKY, 2012) adlı kitabına müracaat edebilir.

Daha önemlisi ise II.Abdülhamid (1876-1909) ve II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) ders kitaplarında bir idare biçimi olarak “cumhuriyet”e yer verilmiş olmasıdır. İlginçtir ki Abdülhamid dönemi ders kitaplarında cumhuriyetten saltanatın karşısında kötülenmesi gereken bir idare tarzı olarak değil, kıyaslama yapılmaksızın meşrutiyetle beraber cumhuriyet yönetimine de yer verilmiştir. Hatta bu kitaplardaki anlatım tarzı öğrencinin/tebanın kıyaslama yoluyla meşrutiyet ve cumhuriyetin üstün olduğuna götürebilecek bir izlenim vermektedir.[3] II. Meşrutiyet ders kitaplarında ise bir idare biçimi olarak “cumhuriyet” “en iyi ve en gelişmiş bir yönetim şekli” olarak öğretilmektedir. Bunun öğrenciyi/tebayı saltanat kurumunu sorgulamaya götüreceği açıktır.[4]

Bu “girizgâh”ı yapmamızın nedeni Celal Nuri (İleri)nin (1881-1938) yazının başlığıyla aynı adı taşıyan eserinden[5] bahsetmek. Eserin mukaddimesinin sonunda 28 Kânûnusani (Ocak) 1923 tarihi yer almaktadır. Eserin içeriğinden anlaşıldığı kadarıyla büyük ölçüde 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırıldığı tarih ile mukaddimenin yazıldığı tarih arasında yer alan üç aylık dönem içinde kaleme alınmıştır. Başlangıçtaki kısımların daha önce de yazılmış olması da mümkün. Ama o kısımlar da TBMM ordularının Büyük Taarruzu başlatmasından sonra İzmir’e çıktığı tarih olan 9 Eylül 1922’den daha eski olmadığı kesindir.

Kitabın içeriğinde neler var? Neler tartışılıyor? Kitap millet, milliyet, vatan, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, hoşgörü gibi kavram ve konuların tartışılmasına hasredilmiş. Gayet basit bir ana-fikri var: “En iyi yönetim biçimi cumhuriyettir.” Bu fikrin II. Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında dahi yer aldığını söylemiştik. O açıdan bir yenilik yok. Ama sözkonusu ders kitaplarında ideal yönetim şekli olsa da “cumhuriyet”in mevcut şartlar içinde uygulanabilir olmadığı da ifade ediliyordu.[6] Celal Nuri’nin yazdığı dönemde ise saltanat kaldırıldığından artık böyle bir engel de yoktu.

Eserini tarihsel perspektifle kaleme alan Celal Nuri Avrupa ve Osmanlı tarihi üzerinden saltanat aleyhtarı bir yaklaşım tutturarak hem saltanatın kaldırılmasını meşrulaştırıyor, hem de cumhuriyet idaresinin kurulmasının kaçınılmaz olduğunu ima ediyor. Bunu ise saltanatı/mutlak idareyi yererek yapıyor. Bu çerçevede meşruti yönetimin de aslında saltanattan pek farklı olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre her hükümdarın amacı kendi mutlak idaresini kurmaktır. Bundan dolayı her hükümdar “millet musibete ve zaafa” düşüp fırsat doğduğunda meşruti kurumları hiçe sayacaktır. Dolaysıyla Britanya’da olduğu gibi idarede rolü kısıtlı olan ve adeta sadece bir süs pozisyonunda olan hükümdarlık istisnai bir durumdur. Anlaşıldığı kadarıyla meşruti yönetim denilince II. Abdülhamid ve VI. Mehmed Vahidettin (1918-1922) aklına gelmekte ve meşrutiyet yönetiminin sağlıklı çalışmasının mümkün olmadığını düşünmektedir. Bundan olsa gerek Osmanlı hükümdarları arasında en çok II. Abdülhamid’e göndermede bulunulmaktadır.

Mutlak idareyi çeşitli Osmanlı sultanları üzerinden anlatan Celal Nuri çoğu kez teleolojik bir yaklaşımla olayları değerlendirmektedir. Sultanların ne kadar büyük yanlışlar yaptıklarını gündeme getirerek saltanatın kötü, buna mukabil cumhuriyetin ideal bir yönetim tarzı olduğu temellendirmeye çalışmaktadır. Bunu bir örnekle açıklayalım. Mesela Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra son dönem Bizans bilginlerinin İtalya’ya gitmesine göz yumdu. Fatih bu bilginlerin kadim Yunan ve Roma kültürünü Türk ve Osmanlı kültürüne taşıyarak hizmet etmesini sağlayabilirdi. Oysaki o bunu yerine “Fener Patrikhanesini “ihya ve ile ona Bizans zamanında korumadığı hukuk ve in’amı ihsan etti.” İtalya’ya giden bu bilginler –güya- Rönesans’ın “zuhur”una vesile oldular. Celal Nuri bu örneği Fatih’in ferasetten yoksun bir yönetici olduğunu göstermek için gündeme getirmektedir.[7]

Bu meyanda kitaptaki bir bölümden ayrıca bahsetmek isterim. “Biraz da Teferrüc (Eğlence) Tarihi” başlıklı bölüm. Bu bölüm ilk bakışta kitabın içinde adeta iğreti durmakta. Ancak yazarın sultanları kötüleyerek saltanatın kaldırılmasını meşrulaştırma ve cumhuriyet idaresinin gerekli olduğunu göstermeyi hedeflediğini düşününce mesele kendiliğinden vuzuha kavuşmaktadır. Çünkü bu bölümde alaylı bir dille aklı devleti yönetmeye ermeyen, harem kadınlarının güdümünde, hatta kişiliksiz bir ergen-sultanın gülünç hikâyesini anlatmaktadır.

Bu noktada sorulacak diğer bir soru da şu: Celal Nuri kurulacak “cumhuriyet”in hangi vasıflara sahip olmasını istiyor? Bu konuda da önemli ipuçları sunuyor. Şimdi bu ipuçlarını değerlendirelim:

“Esaslı Bir Zemimetimiz: Müsaafakârlık” başlıklı bölümde Türk ve Müslümanların bölüm isminden de anlaşılacağı üzere hoşgörüyü/toleransı kınanması gereken bir idari gelenek olarak takdim ediyor. Osmanlı döneminde de aynı şekilde gayrimüslimlere fazla tolerans gösterildiği ifade ediliyor. İspanyolların Müslümanlara reva gördüğü uygulamalara ise eleştirel bakmadığı gibi adeta “olması gereken” olarak sunuluyor. Gene bu çerçevede teleolojik bir tarzda Türk ve Müslümanların geri kalmasını gayrimüslim unsurlara gösterilen bu toleransa bağlamayı da ihmal etmiyor. Yukarıda zikredilen Fatih’in Fener Patrikhanesi’ni ihya etmesiyle ilgili örneği de bu bağlamda değerlendirebiliriz.

“Siyasi ve İçtimaî Fırkalar” başlıklı bölümde Avrupa tarihi üzerinden iki önemli hususun üzerinden ifade ettiği şu: Türkiye’de Kilise benzeri bir dinsel örgütlenme ve ruhban sınıfı yoktur. Dolaysıyla Türkiye’de klerikalizme karşı “kıyam”ın (isyan) anlamı yoktur. Keza bir aristokrasi ve burjuva sınıfı da yoktur veya yok gibidir. Dolaysıyla Avrupa’daki gibi sosyalizm de olamaz. Ona göre bu durum sonucu Avrupa’yı takliden birtakım fırkalar (partiler) kurmak da manasızdır. Peki, ne yapılmalıdır? Cevabı doğrudan alıntıyla verelim: “İstibdad ve mutlakiyetten ve hatta meşrutiyetten zarar gördük ve Osmanlı İmparatorluğunu bundan dolayı yıktık. Lakin bir irticaa maruz kalmamak için mütebassır ve müteyakkız davranma[lıyız] (…) Halk fırkası irticaa karşı bir sigorta şirketi mahiyetinde olmalıdır.” Bu çerçevede üç ilkeye dikkat edilmelidir. 1- Millî egemenliğin terbiye yoluyla topluma yerleştirilmesi, siyasete uygun hale getirilmesi, bu suretle millî vicdanın tesisi 2-Cehalete karşı yukarıdan (zecrî) yeniliklere girişilmesi 3- Fakirliğe karşı iktisadi gelişmenin sağlanması.

Kitabın sonunda yer alan “Telâkkiyat-ı Diniyye” başlıklı bölüm, tesis edilecek cumhuriyetin laik olması gerektiğini ima etmektedir. Bu bölümde çağın ya da şartların gerektirdiği her türlü değişikliğin şer’î kurallara aykırı olmadığı ispat edilmeye çalışılmaktadır. Şu satırlar onun meramını çok iyi yansıtmaktadır. “Bir milletin erbab-ı hall ü akdi herhangi bir mesele üzerinde karar kılarlarsa, şer’ odur. Hâlbuki elfaz-ı müteradifeden (eşanlamlı) olan ve asla Yunanca’dan gelen “kanun” kelimesi şer’den ayrı gibi gösterilmiş[tir.]” Yayınladığı “muasır en güzide” Arap şairi Maarifü’l-Risaf’a ait mektuptaki şu cümleler de bunlara ilave edilmeli: “Akıl ile naklin suret-i zahirede ta’rizi takdirinde (çelişmesi durumunda) nakil, akıl ile te’vil [olunur], yani akla irca’ olunur.”

İlginç olan Celal Nuri’nin bu düşünceleri dışarıdan değil, tam manasıyla içeriden bir bakışla savunmasıdır. Öyle ki bu düşüncelerini ayet, hadis ve kadim veya muasır eimme, fukaha ve mütekellimin denilen din âlimlerden nakillerle temellendirmektedir. Kısacası dine/İslam’a içeriden bir bakışla yaklaştığı için adı geçen başlık altında yazılan metin –hatta kitabın tamamı- bir ‘dinî metin’ olarak da okunabilir.

Sanırım serimlemeye çalıştığımız bu düşünceler Celal Nuri’nin tahayyül ettiği cumhuriyetin hangi vasıflara sahip olması gerektiğini iyi özetlemektedir.

Burada Celal Nuri’nin ileri sürdüğü düşüncelerin cumhuriyetin kurucu kadrolarını temsil edip etmediği de sorulabilir. Celal Nuri’nin hayat hikayesi bu soruya ‘temsil ettiği’ şeklinde cevaplamamıza imkân verir. Zira Celal Nuri 1919’da Meclis-i Mebusan üyesi olmasından itibaren 1935’e kadar milletvekili olarak mecliste yer aldı. Dolayısıyla cumhuriyetin ilanını için Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda değişiklik yapılan 2. dönem mecliste de milletvekiliydi. Üstelik Anayasa komisyonu üyelerinden biriydi.



[1] Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, 3. Baskı, Ankara: TTK,1988, 130-2

[2] Cemal Kafadar, “Yeniçeriler ve Osmanlı Döneminde İstanbul’un Ayaktakımı: Yok Yere mi Asiydiler?”, B. Tezcan-K.K. Barbir (Ed.), Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Oluşumu: Norman İtzkowitz’e Armağan, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s.160

[3] Nuri Doğan, Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-1918), İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1994, s. 49-50

[4] Aynı eser, s. 80-1

[5] Celâl Nuri, Taç Giyen Millet, İstanbul: Cihan Biraderler Matbaası, 1339/41

[6] Doğan, Aynı eser, s. 81

[7]Buradaki teleolojik bakışın yanlış olduğunu açıklamaya gerek yok. “Rönesans” denilen hareket spontane gelişen bir hareket olup XIX. yüzyılda Fransız tarihçi Jules Michelet (1798-1874) XV-XVI. yüzyıllardaki sanat, felsefe ve bilimdeki gelişmeleri tanımlamak için kullanılmıştır. Keza bu Bizans bilginlerinin çoğunun İstanbul’un fethinden çok önce İtalya’ya gittiği bilinmekte olduğu gibi bu bilginlerin Rönesans’ı başlattığı, bir başka tabirle bu hareketin Bizans/dış kaynaklı olduğu varsayımı doğru değildir. Ancak ana konudan uzaklaşmamak için bu kadar açıklamayı yeterli buluyoruz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar