‘MUHALEFET’
OLMAK
Günlük politika yazmak
istediğim bir şey değil. Günlük siyasetten bahsederken meseleyi geniş bir
perspektiften de ortaya koyabilirsiniz; dar parti/mahalle taraftarlığı
üzerinden de. Çeşitli vesilelerle arkadaşlarımla söz dönüp dolaşıp günlük
politikaya gelince genellikle parti/mahalle taraftarlığının belirleyici
olduğunu görüyorum. Sosyal medyada, hele hele koca koca titrlere sahip
şahısların yer aldığı televizyon programlarında seviyenin bundan farklı
olmadığı, hatta parti holiganlığının normalleştiği ve bu şekilde davranışın
norm haline geldiği bir ülkede bu normal şüphesiz.
John Holloway’ın bir
kitabının adı şöyledir: İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek (Çev. Pelin
Siral, 4. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015) Holloway ‘iktidar olma’nın
muhalefet olarak eleştirdiğimiz tahakkümcü pratikleri devralmak anlamına
geldiğine dikkat çekmektedir. Bu ise dünyayı/ülkeyi istenilen yönde
değiştirmenin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Dolaysıyla amaç
dünyayı/ülkeyi istenilen yönde değiştirmekse, bu konuda üretilen söylem sırf
retorik (yoksa ‘boş laf’ mı demeliydim?) değilse iktidarda olmaya gerek yok.
Bir siyasi parti için bile. Tabi asıl amacınız siyasal ve ekonomik gücü kontrol
etmek ve bunun üzerinden sağa sola rant dağıtmak ve eş dostla hep beraber
bundan nemalanmak değilse.
Bu girişi muhalefetin
siyasal ve toplumsal hayat üzerinde –olumlu veya olumsuz- anlamda iktidar gibi,
hatta belki onun kadar etkili olduğunu anlatmak için yaptım. Çünkü Türkiye’de
kiminle konuşsak kendi bulunduğu cenahtan savunma pozisyonu aldığını görebiliyoruz.
Ama “bizim parti” o zaman diliminde iktidarda değildi ki. Bu özellikle 1950’den
beri genellikle ana-muhalefet olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) veya onunla
akraba partiler için geçerli. Ama yetmiş senedir CHP doğru dürüst iktidara
gelip ülkeyi yönet(e)medi ki. Öyleyse bu dönemdeki gelişmelerden niye “biz”
sorumu olalım ki? Daha doğrusu “bizim” sorumluluğumuz neden olsun ki? Biz
muhalefetteydik, sorumluluk sahip olduğu mevki nedeniyle icraatlarıyla
iktidarda olan parti ya da partilerdedir sadece. Bu sorumluluk iktidarın
yaptığı icraatlardan dolayı değildir elbette, o konudaki sorumluluk sadece
iktidar olan parti(ler)indir. Muhalefetin de sorumlu olduğu husus ise siyasi
üslûp, olaylara yaklaşım ve savunduğu düşüncelerle ilgilidir. Muhalefetin
sorumsuz olduğu inancı, çeşitli meselelerin yanlış anlaşılması ve
değerlendirilmesine vesile olduğu gibi, genellikle meselelerin polemik düzeyini
aşarak tartışılmasını da engellemektedir. Ama her konuda düz bile değil dümdüz mantığın
geçerli olduğu Türkiye’de bunu kabul ettirmek kolay değil.
Her şeyden önce bir
ülkede hangi partinin iktidarda olduğundan çok, o ülkedeki politik atmosferin daha
önemli olduğunun idrakine
varmalıyız. Mesela ister iktidarda olsun ister muhalefette, bir parti tutum ve
söylemleriyle ülkede faşizan (aynı şekilde demokratik) bir ortamın oluşumuna
katkı sağlayabilir, ki zaten faşizm/demokrasi bir atmosfer meselesidir. Bu
atmosferin oluşumu/değişimi (güzelleştirilmesi ya da zehirlenmesi) üzerinde
sadece iç gelişmeler değil, dıştaki gelişmeler de etki eder. Ama konumuz gereği
dış gelişmeleri tartışmayacağız. Meselenin sadece diğer yüzüyle ilgileneceğiz.
İşte bahsedilen bu
atmosferin oluşumunda sadece iktidar değil, muhalefet de etkilidir. Dolaysıyla
onun sorumluluğu da diğeri kadar önemlidir. Türkiye’nin son yirmi-yirmi beş
yılına bakalım. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında iktidara
geldiğinde CHP’nin nasıl bir tutum içinde oldu? Gayet basit bir mantıkla
iktidarı sıkıştırmaktan başka bir şey düşünmedi. Buna gayet doğal, başka ne
yapacaktı ki diyebilirsiniz. Oysaki bir partinin sadece günübirlik gelişmelere
göre değil, geleceğe dönük sağlam öngörülerle/projeksiyonlarla hareket etmesi
gerekir. Nitekim bugünden bakınca 2000’li yıllarda CHP’nin tüm öngörülerinde
yanıldığını görmemek mümkün değil.
Baştan itibaren Milliyetçi
Hareket Partisi (MHP) ile aynı paralelde politika yaparak AKP-karşıtlığı
üzerinden MHP’yi kendi yanında tutabileceğini varsayan bir anlayışla hareket
etti. Bu güya solda olan partinin kendisini milliyetçilik üzerinden ifade
etmesine, bir başka tabirle milliyetçilik üzerinden muhalefet yaparak ortamın
zehirlenmesine katkıda bulundu. Bugün
ülkede siyasette hâkim hale gelen vatansever-vatan haini dikotomik söyleminin
içinden konuşmayı normalleştirmeye hizmet etti. Ama o zamanlar vatan haini
olarak yaftalanan, memleketi üç kuruşa satanlar iktidar karşıtları değil
AKP’lilerdi. Bu söylemin evvelden beri Türkiye’de yaygın olduğunu
söyleyebilirsiniz. Bu doğrudur da. Ama 2002’den sonra kendini “milliyetçi”
olarak tanımlayan cenahla “ulusalcı” olarak tanımlayan cenahın bu konuda adeta
birbiriyle yarıştığı bir mütearifedir. Bu yanılsama içinde iki tarafın
AKP-karşıtlığı düzleminde kalacakları, MHP’nin saf değiştirebileceği hemen hiç
düşünülmedi sanki. AKP gerekli üçte ikilik çoğunluğu sağlayarak anayasayı
değiştiremeyecekti ne de olsa. O zaman yapılması gereken belli. Saldır. İş birliği yapmak. Aklından bile geçirme.
Bu şekilde bir tarz-ı
hareketin getirdiği doğal bir sonucu da dikkatten kaçırmayalım. Güya
“cumhuriyeti korumak” söyleminin cazibesine kapılarak 12 Eylül Anayasası’nın
müdafii durumuna düşmek. Bu durum partinin konumunu yıllarca gericiliğe
sabitledi.
Oysaki muhalefetin gücü
karşıtlık üretmesinden çok işbirliği yapma kapasitesinden gelir. Şöyle düşününüz.
2002’den beri CHP’nin armudun sapı üzümün çöpü demeden, nerede taviz vereceğini, nerede taviz isteyeceğini müdrik bir şekilde
hareket etseydi nasıl olurdu? Mesela bugün başkanlık sistemi olur muydu? Ya
da olsa bile bu şekilde mi olurdu? Şüphesiz farklı olurdu. Ve bugün en azından
ülkedeki siyasal atmosfer ve hukuk düzeni bu kadar kötü olmazdı herhalde. Gene “türban”
ya da “başörtüsü” meselesine yaklaşımı 12 Eylül’den sonra askerlerin çizdiği
perspektifi vatan millet (daha doğrusu laikliği savunmak) meselesiymiş gibi sunmasa
nasıl olurdu? Kıyafet özgürlüğü perspektifi ile bugün kabullenilen anlayış
yıllar önceden benimseseydi nasıl olurdu?
Anayasa mahkemesi dâhil
yargı ve ordunun CHP ile aynı düzlemde olması CHP’ye gereksiz bir özgüven
verdi. Uzun vadeli düşünmek yerine günübirlik menfaatlerin peşinden
gidildiğinden bu koşulların
değişebileceğini aklına dahi getirmedi. Hele hele AKP hakkında kapatma
davasının açılması (2008) bu atmosferi fazlasıyla zehirledi. Baştan beri
beraber olmakla birlikte AKP’nin –her birey ya da cemiyetin ilk amacı varlığını
korumak olduğundan- malum cemaatle beraber hareket etmesini zorunlu kıldı. (Nitekim
sonradan Fetöcü olduğu söylenen üyenin o bir oyu sayesinde parti kapatılamadı.)
Gerek bu ve gerekse Ergenekon davaları gibi gelişmelerin ülkedeki hukuk düzeni
ve siyasal atmosferin gelişimine etkisini anlatmaya gerek yok sanırım. Ama CHP’nin
popülizmin cazibesine kapılarak 2016
yılında milletvekillerinin dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vermesi
affedilir bir hata değil. Arkasından ne facialar getirdiğini anlatmaya gerek
yok. Bu nasıl bir öngörüsüzlük ile
hareket edildiğinin en güzel ispatı. Sadece kendi milletvekilleri Enis
Berberoğlu’nun başına gelenler değil, başta Selahattin Demirtaş olmak üzere diğer
milletvekilliği düşürülen milletvekillerine yapılan eziyet ve hatta bazılarının
hapse tıkılması hepsi bu öngörüsüzlüğün sonucu. 17.03. 2021 tarihinde Ömer
Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü. Son olarak ise Can Atalay’ın.
(30.01.2024)
Gene siyasal atmosferi
değiştiren en önemli olaylardan biri de şüphesiz 15 Temmuz hadisesidir. CHP o
gece sessiz kalarak bu olayın Erdoğan’ın hanesine yazılmasını, kendilerinin
hiçbir payı olmadığını baştan kabullenerek büyük bir hata yaptı. Oysaki
mümkünse partinin genel başkanı veya başka bir yetkili televizyonlara çıkıp
halkı sokağa davet ederek Erdoğan’ın hadiseyi tek başına sahiplenmesi engellenebilirdi. Tabi daha sonra da hadisenin tanımlanmasında da söz hakkı
elde edilebilirdi. Oysaki bu olaya karşı –gene günübirlik menfaatlerin dar
çerçevesinden baktıklarından- Erdoğan’ın işine yarar diye gene karşıtlık
üzerinden, daha doğrusu hadiseyi önemsizleştiren bir yaklaşım benimsendi. Bu
da –bir siyasi parti olarak desteğini almaya çalışması gereken- 15 Temmuz’a aktif
destek veren kesimlere yabancılaşmaktan
başka bir şeye yaramadı.
Gene kendini solda
tanımlayan bir partinin Suriyeliler üzerinden mülteci düşmanlığını körüklemesi,
son günlerde yeniden gündeme gelen “Andımız”ın kaldırılması meselsinde de gene
milliyetçilik üzerinden –bugün artık çok utangaç bir şekilde olsa da- muhalefet
yapması da önemli. Herhalde bu şekilde banal milliyetçilik yaparak Suriyelilere
ve sair mültecilere düşmanca bakışın meşrulaştırılması, toplumu ve siyasal
atmosferi zehirlemeye katkıda bulunmak solculukla uyumlu değil. İnsanî
değerlerle hiç uyumlu değil.
Tekrar başa dönelim. En
azından 1980’lerden beri Türkiye’deki siyasi atmosferin belirlenmesinde en
etkili parti sizce hangisi? Bence MHP. İroniye bakın ki 1980’lerde partiler
kapatıldıktan sonra Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP) kendini feshetmesine
kadar (1993) geçen sürede bu adla bir parti yoktu ortada. Bu partinin
1990’ların sonundaki koalisyon hükümetinde yer alması bir tarafa bırakılırsa
iktidara gelemedi. Peki politik atmosferin oluşumunda niçin bu kadar etkili?
Çünkü milliyetçilik üzerinden toplumları güdülemek kolay. Daha önemlisi
insanlar ‘vatan haini’ olarak yaftalanmak istemiyorlar. Sadece bu mu? Hayır.
Dikkat edin bu parti iktidarda olmasa da bir şekilde genellikle iktidarla
birlikte hareket ediyor. Bir başka tabirle iktidarla işbirliği yapıyor.
Partinin siyasal atmosferi belirlemesine
hizmet eden gücü de büyük ölçüde buradan geliyor.
Bazıları şunu
söyleyebilir. Şu anda her şey olup bittikten sonra bunları söylemek, akıl
vermek kolay. Evet öyledir. Ancak daha baştan benzer düşünceleri dile getiren
olmadı mı? Ayrıca yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir siyasi partinin geleceğe
yönelik gerçekçi ve sağlam öngörülere/projeksiyonlara sahip olması gerekir.
Günübirlik kaygılarla hareket ederek başarı (bununla ilgili ölçünüz her neyse
artık) mümkün olamaz.
Sonuç olarak, bir ülkenin
geleceğine yön vermek için iktidar olmak şart değil. Muhalefet de önemli
katkılar sunabilir. Bunu yapmak için iktidara gelmeyi beklemesine gerek yok.
Kaldı ki belki hiçbir zaman (cumhurbaşkanlığı
ve milletvekili seçimini kazanarak) iktidar olamayacaktır. Ama bu çok da önemli
değildir. Yeter ki -iktidarda ya da muhalefette olsun farketmez- o an
geldiğinde fırsatları değerlendirmeyi bilsin.
AKP bugün de Anayasayı
değiştirmek istiyor. 10-15 sene önce AKP’nin iktidar olarak Anayasayı
değiştirme tekliflerinin (diğer partilere, en başta CHP’ye) sunduğu fırsatlar
mı cazipti? Yoksa bugünkü koşullar mı?
Tahmininiz?
Not. Bu yazıyı Kasım
2020’de yazmıştım. Küçük düzeltmeler ve bir iki cümle eklemek dışında bir
değişiklik yapmadım. Zamanında müteveffa Çetin Altan bazen eskiden yayınladığı
yazıları yeniden yayınlar ve bunu yapısal sorunların sürekliliğini göstermek
için fırsata çevirirdi. Ben de bu yazıyı bugün yeniden okuyunca hâlâ
güncelliğini koruduğunu gördüğüm için yayınlamayı uygun gördüm. Gerçi bugün
yazsaydım bazı şeyleri daha incelikli ifade etmek yanında, es geçtiğim bazı
hususlara da değinirdim belki. Ama bu kadarı da yeterlidir diye umuyorum.
Ellerinize sağlık hocam. Sizin alanınız Tarih tekerrürd2n ibarettir.
YanıtlaSil