BAYRAM, BİR HATIRA VE …
Bu yazıda her bayramda aklıma gelen “kaburga” yemeği
ile ilgili bir hikâye anlatacağım.
Sanırım on beş - yirmi yıl önceydi. Bir arkadaşımdan
(Ankara’da) Kızılay’da bir Diyarbakır lokantasının açıldığını öğrendim. İlk
fırsatta bu bilgiyi eşimle paylaştım. Münasip bir zamanda bu lokantaya gitmeye
karar verdik. Zamanı gelince o sırada küçük olan çocuklarımızla beraber
heyecanla lokantaya gittik. Ne mi sipariş ettik? Normalde bu durumda “yediğiniz
içtiğiniz size kalsın” denilerek diğer şeylerin mevzu edilmesi istenir. Ama şu
anda yediklerimizi mevzu edinmek istediğimden ondan bahsedeceğim mecburen. Onun
için mecburen cevap veriyorum. Ailece “kaburga (dolması)” istedik.
Memnuniyet(sizliği)mizi anlatmayı sonraya bırakalım.
Niçin bu yemeği istediğimizi açıklayayım. Ergani’de doğdum. Çocukluğum da orada
geçti. Bugüne kadar aklımda kalan önemli bir teferruat odur ki, çocukluğumda
hemen her bayramda büyüklerimizin yaptığı yemek olarak “kaburga”, tatlı olarak
“kadayıf” yerdik. Doğaldır ki kadayıf tatlısını Ergani’den ayrıldıktan başka
yerlerde de yedim. Fakat çocukluğumda yediğim kadayıfın tadını bir türlü alamadım.
Bilmiyorum, benim aradığım kadayıf mıydı, yoksa çocukluğum mu?
Kaburgaya gelince, Ergani’den ayrıldıktan sonra bir
daha kaburga yemedim. Belki bilmeyenler vardır diye anlatayım. Kaburga kuzunun
kaburga kısmının doldurularak dikilmesiyle hazırlanır. İçine pirinç konulur,
daha fazla lezzet vermek için badem vb. malzemeler de eklen(ebili)r. Günaşırı
yenilecek bir yemek değildir, hem maddi açıdan alt sınıfların yiyemeyeceği
kadar maliyeti yüksek olmasından, hem de yapmasının zorluğu ve uzun bir süre
almasından.
Tekrar dönelim lokanta bahsine. Doğal olarak bir
süre sonra siparişlerimiz geldi. Ama bu benim bildiğim kaburgaya pek
benzemiyordu. Ne görünüş olarak, ne de tat olarak. Sonuç olarak eşime ve
çocuklarıma ister istemez biraz mahcup oldum. Onlara günlerce kaburga (dolması)
yemeğini anlatmıştım. Doğaldır ki onlar da yemeği yedikten sonra ‘o kadar
övdüğün yemek bu mu?’ dercesine bakıyorlardı. Üstüne üstlük bir de bayağı tuzlu
bir hesap ödedim. Sonra da keyifsiz keyifsiz eve döndük. Hep beraber.
Bu hikâyeyi anlatmamın nedeni yiyecek/yemek sektörü
hakkında birkaç kelam etmek. Türkiye’de kebap, lahmacun, ciğer vb. gibi
“güneydoğu” yemeklerinin çok yaygın olduğu ve -özellikle büyükşehirlerde- bir
sektöre dönüştüğü hep söylenir. Ancak benim gibi Ankara’dan bakan bir kişi için
durum biraz farklı. Doğaldır ki Ankara dışına da çıkıyorum zaman zaman. Bu
vesileyle şahit olduklarım da bu izlenimimi değiştirmedi. Yemek/yiyecek sektörü
söz konusu olduğunda Diyarbakır, Siirt, Mardin, Hakkâri, Bitlis ve Van gibi
illerin esamesi esmiyor. Lafa gelince bu “iller”in önemli bir yemek kültürüne
sahip olduğu hep söylenir, televizyonda haberlere/programlara konu olur, ama piyasada
yoklar nerdeyse.
Bu piyasayı Adana, Mersin ve Hatay yemekleri domine
etmiş büyük ölçüde. Belki bu üç ilden sonra Urfa ve kısmen Diyarbakır’dan
bahsedilebilir. Hepsi o kadar. Üstelik saydığım diğer iller de yemek kültürü
konusunda zenginliği bilinen şehirler.
Diğer taraftan Adıyamanlılar “çiğköfte”yi
kendilerine mal ettiler, kendi markalarına dönüştürdüler. Bizim çocukluğumuzda
“sucuk” dediğimiz ceviz/badem ve üzüm şırasından üretilen bu ürünü Elazığlılar
“orcik” adıyla kendilerine mal ettiler, kendi markalarına dönüştürdüler. (Oysa
“orcik”in hası bildiğim kadarıyla Ergani’de yapılırdı. O dönemde Elazığ’da
“orcik” ya da “sucuk” denilen bu ürün pek bilinmezdi.) Başka bir örnek. Baklava
giderek Antep’le özdeş bir tatlıya dönüştü. Bu sayede başta körfez ülkeleri olmak
üzere dünyaya ihraç edilen bir ürüne dönüştü. Nerdeyse tüm dünyaya tatlı ihraç
eden (İstanbul) Karaköy’deki Güllüoğlu bu (baklava) markalarının en
önemlilerinden biri.
Bu sektörün içinden biri değilim. Onun için
yazdıklarımda eksik ya da hata olabilir. Amacım bu meseleyi gündeme getirmek.
Bu konuda başta bu sektörün çalışanları çalışanlar olmak üzere insanımızın bu
meseleye dikkatini çekmek, tartışmasına, düşünmesine vesile olmak. Ve belki bilinç
düzeyinin gelişmesine katkıda bulunmak.
Özetle şehir ya da kasabamızın önemli bir kültürel
birikime sahip olması tek başına önemli değildir. Buna yiyecek/yemek kültürü de
dahil. Bu birikimden yararlanarak piyasada talep edilen marka(lar) üretmedikten
sonra çok da önemli olmayabilir. Ya da bazıları kuru kuru hamaset üretirken,
başkaları sizin sahiplendiğiniz ürünleri kendi markalarına dönüştürebilir. Ama
hiçbir şey için ‘geç’ değildir. Yeter ki projeler üretelim ve bunları hayata
geçirmek için çalışalım…
Kaleminize sağlık öğretmenim ürün tanıtımı için valilerin belediyeler ile ortak çalışmaları ve illerinin kültürlerini bizlere daha iyi tanıtmaları gerekiyor
YanıtlaSilÇok doğru bir yazı hocam kaleminize sağlık bir çok yiyecek içecek kültürümüzden çok farklı bir şekilde anlatılıyor bunun önüne geçilmeli
YanıtlaSil