BİLİM
VE DİN BİRBİRİYLE ÇELİŞİR Mİ?
Başlıktaki soruyu
okuyanlar dinî inanca sahipse bu soruya “çelişmez”, dine kayıtsız ya da dinsiz
ise “çelişir” diyecektir büyük ihtimalle. ‘Çelişmez’ diyenler de ‘çelişir’
diyenlerin de bir noktada birleştiklerine dikkat çekelim. İki taraf da bilime
mutlak bir otorite atfediyorlar. Bundan dolayıdır ki dindarlar bilimin dinle
çelişmediğini ispatlama çabası içinde olabilirler. Aynı sebepten dine kayıtsız
ya da dinsiz olanlar da dinin bilimle çeliştiğini düşünmektedir. Tabi bu bugün
ortaya çıkmış bir sorun değildir. Avrupa’da beş yüz yıllık bizde ise neredeyse
iki yüz yıllık bir tarihin ürünü. Gene batı dünyasında kilise ile kilise-karşıtı
siyasal ve entelektüel seçkinler arasındaki çatışmayla da yakından alakalı. Ondan
önceki dönemlerde böyle ya da benzer bir soru gündemde değildi. Bir başka
tabirle bu soru modern dönemlerin ürünü.
Bu soru aynı zamanda
“bilgi” problemi ile de ilgili. Yani her bilgi birbiriyle aynı düzlemde yer
almaz. Mahiyeti farklıdır. Mahiyeti farklı olan iki şeyi karşılaştırmak da
doğru olmayabilir. Geleneksel İslamî literatürde üç çeşit bilgiden bahsedilir. a- İlme’l-yakîn,
b-Ayne’l-yakîn ve c-Hakke’l-yakîn. İlme’l-yakîn bir şeyi ilimle bilmek
anlamına gelir. Bu akıl ve(ya) nakil yoluyla herhangi bir konu ya da nesne
konusunda bilgi sahibi olmak demektir. ‘Ayne’l-yakîn’ müşahede (gözlem) yoluyla
elde edilen bilgidir. Bilginin en üst mertebesi olan ‘hakke’l-yakîn’ ise bizzat
yaşayarak, tecrübe sonucu elde edilen bilgidir. İmam-ı Rabbanî’ye atfedilen bir
örneği kendimize uyarlayarak açıklarsak, ‘ilme’l-yakîn’ hayatında hiç kar
yağdığını görmeyen -varsayalım Adanalı- bir vatandaşımızın kitaplardan kar
denilen şeyi öğrenerek bilmesidir; ‘ayne’l-yakîn’ kar yağdığını görmesi ve ‘hakke’l-yakîn’,
kara dokunup şeklini, soğukluğunu, dokusunu, varsa tadını, kokusunu vs. bizzat
yaşayarak öğrenmesidir.
Bahsettiğimiz bu
bilgilerin her birini bir diğeri ile karşılaştıramayız. Çünkü her birinin
seviyesi farklıdır. Ayını düzeyde gerçekliği ifade etmezler. Karşılaştırma
yapılacak iki “bilgi”nin bundan dolayı aynı düzlemde olması gerekir. Nasreddin
Hoca’ya atfedilen ünlü fıkrayı hatırlayınız. Hutbe okumak için minbere çıkan
Hoca “bugün ne anlatacağımı biliyor musunuz ey cemaat?” der. Cemaat hep bir
ağızdan “hayır” der. Hoca “bilmiyorsanız niye anlatayım?” der ve hutbeyi
okumaya gerek görmez ve minberden iner. Bu durumda hoca ‘hakke’l-yakîn’
bilgiden bahsetmektedir. Bu bilgi ancak yaşayarak öğrenilebilir. Bu durumda Hoca’nın
hutbe okuması anlamsızdır. Hoca bir hafta sonra gene aynı soruyu sorduğunda bu
defa “evet, biliyoruz” cevabını alınca bu defa da “biliyorsanız niye
anlatayım?” der ve gene minberden iner. Bu durumda ise Hoca ‘ilme’l-yakîn’
‘bilgiden bahsetmektedir. Bu durumda da cemaat Hoca’nın okuyacağı bilgiyi zaten
bildiğinden mantık gereği hutbeyi okumasının gereksiz olduğu açıktır. Üçüncü
hafta bu defa kendi aralarında sözleşmiş olan cemaatin bir kısmı “evet” bir
kısmı “hayır” der. Hoca bu defa da “bilenler bilmeyenlere anlatsın” der ve gene
minberden iner. Bu durumda hoca ‘ayne’l-yakîn’ bilgiyi sözkonusu etmektedir. Varsayalım
yukarıdaki örnekte bahsettiğimiz karın yağdığına şahit olan şeklini,
soğukluğunu vs. bilen Adanalı vatandaşımız bunu bilmeyen bir Afrikalı ile
karşılaşmış ona anlatıyor.
XX. yüzyıl bilim
felsefecilerinden K. R. Popper ise bir neo-pozitivist olarak “bilgi”yi basitçe
ikiye ayırır. Bilimsel bilgi, metafizik (bilimdışı) bilgi. Bilimsel bilgi deney
ve gözleme dayanır. Ancak Popper bilimsel olan ve olmayan bilgi arasında sınır
çizerken “yanlışlanabilirlik” ilkesini ön-plana çıkarır. Bir başka tabirle
yanlışlanması mümkün olmayan bilgi bilimsel bilgi değildir. Olsa olsa
“metafizik”tir. Onun bu tasnifine göre sadece dinsel bilgi değil aynı zamanda
Marksizm gibi bazı ideolojiler “metafizik” bilgi kapsamındadır, bilim dışıdır.
Bu açıklamadan sonra şu
soruyu sorabiliriz? Bir “bilgi” olarak “din” ve “bilim” karşılaştırılabilir
midir? Bir başka tabirle “dinsel bilgi” (inanç) ile deney ve gözlem ürünü
olduğu kabul edilen “bilimsel bilgi” birbirinin muadili midir? Şüphesiz hayır.
Ancak buna rağmen sürekli bu karşılaştırma yapılır. Bu karşılaştırmanın en
saçması da din adına yapılanıdır. Çeşitli bilimsel bilgiler ile dini metinlerde
de-varsayalım Kur’an-ı Kerim’de- var olduğu ya da teyit edildiği şeklinde
söylemlere çok rastlanır. Vaktiyle makbul şimdi ise na-makbul olan malum
cemaatin 1980’li yıllarda çıkardığı bir dergide baştan sona bu tür söylemlere
yer verilirdi. Daha önemlisi ise Said Nursî’nin kitaplarında da bilimsel bilgi
yoluyla dinsel bilginin açıklanmasına sık rastlanır. Bu cemaatin çeşitli
kollarına mensup mü’minler arasında bu söylem hâlâ yaygındır. Hatta (Türkiye’de)
bugün mü’minler arasında genel kabul görmüştür.
Dinsel bilginin
bilimsel bilgiyle karşılaştırmanın ima ettiği sonuç nedir? Her şeyden önce
bilimsel bilgi ile dinsel bilginin karşılaştırılması, ikisinin aynı ve eşit
düzlemde olduğunu kabul etmek demektir. Mü’minlerin için dinsel bilgi/inanç “ilahî”
nitelikte olduğundan mutlaktır. Bilimsel bilgi ise sonuçta insan çabasının
ürünüdür. Dolaysıyla normalde mü’minlerin bunu kabul etmesinin mümkün olmadığı
açıktır. Ne var ki mü’minler mütemadiyen dinsel bilginin doğrulanması
maksadıyla bilimsel bilginin otoritesine başvurmaktadır. Aynı durum tersten de
doğrudur. Bilimsel bilgi ile “dinsel bilgi”nin yanlışlanması için karşılaştırılması
da ikisinin birbiri ile aynı düzlemde değerlendiğinin göstergesidir. Bu durum
bilimin çağımızda elde ettiği karşı konulmaz prestijinin bir sonucudur. Ancak
bu prestijden yararlanmaya kalkan mü’minler dini/inancı bu şekilde
ikincilleştirerek en başta savundukları dine (inanca) zarar vermektedir.
Son olarak başta
sorduğumuz soruyu cevaplandıralım. Evet pekâlâ bazı hallerde bilim ile din
birbiri ile uyuşmayabilir. Ancak bu gayet normaldir. Zira bilimin amacı ile
dinin amacı birbirinden farklıdır. Diğer taraftan mü’min için din değişmez
hükümlere sahiptir. Bilim ise sürekli değişir. Dolaysıyla dinin bilimin
(mutlak) otoritesini kabul etmesi onun üstünlüğünü kabul etmesi yanında, değişmesi
halinde kendini de o değişime uyarlamasını gerekli kılacaktır. Bu da din için
düşünülebilir bir durum değildir.
Kısacası gerek
mü’minler ve gerekse dine kayıtsız/sekülerlerin bilim ve dini birbirinin rakibi
olarak görmemeleri gerekir. Bu sebeple birinin diğerinin alanına müdahale
etmemesi demektir. Toplumsal hayatın doğal bir parçası olsa da “din”in/dinsel
inancın bazı kurum ya da kişiler tarafından kendi doğrularını dayatarak
baskı aracı olarak kullanılmaması da bu dengenin kurulması için
önemlidir.
Selamlar abim Kalemine sağlık çok güzel bir yazı olmuş zevkle okudum
YanıtlaSilTeşekkürler
SilYazılarını ilgiyle okuyorum.
YanıtlaSilİlginizden dolayı teşekkür ediyorum. Selamlar...
YanıtlaSilİlgiyle okudum emeğinize sağlık
YanıtlaSil