DÜĞÜN
Antropologlar çeşitli toplumları incelerken en çok
üzerinde durdukları, dikkat ettikleri konulardan biri “rit” denilen geçiş
törenleridir. Doğum, ölüm, evlilik, sünnet gibi törenleri buna örnek verebiliriz. Bu
törenler günümüz modern toplumlarında geleneksel işlevini ya da anlamını tam
olarak koruduğu söylenemez. Ancak bu tür törenler günümüzde de toplumsal uyum ya
da bazı toplumsal problemleri vs. öğrenmek, anlamak için önemli olabilir.
Yaz mevsimi geldi. Dolaysıyla düğün mevsimi de
geldi. Biz de kısa bir süre önce davetli olduğumuz bir düğüne katıldık. Aynı
mahallede ikamet ettiğinden bildiğimiz kadarıyla düğün sahibi olan aile çok
dindar bir aileydi. Neyse, davete uyarak düğün salonuna geldik, taraflara ‘hayırlı
olsun’ dedikten sonra bize gösterilen masaya oturduk. Daha masaya yeni
oturmuştuk ki eşim sol tarafa bakmamı istedi. Dönüp baktım ister istemez.
Sahnede nedimeler dikkat çekici kıyafetleriyle dans ediyordu. Mütedeyyin bir
ailenin düğününde karşılaşılacağı düşünülecek bir şey değildi. Ha olabilir, bu
düğün salonu işletmesinin standart bir uygulamasıdır belki. Düğün sahiplerinin
talebi değil.
Bir süre bekledikten sonra doğaldır ki gelin-damat
salona teşrif ettiler. Sonra da gene birçok düğünde de şahit olduğumuz standart
bir müzik ve onun eşliğinde yeni çiftler ilk danslarını yaptılar.
Bunların arkasından bir hocaefendi hâzırun ve yeni çifte
vaaz-ı nasihatte bulundu. Dua etti. Kur’an-ı Kerim tilavet edildi. Törenin bu
kısmına her düğünde rastlamasak da buraya kadar dikkat çeken bir şey yok. En
önemlisi dua ve Kur’an-ı Kerim tilaveti sırasında diğer insanların tutumu
bence. Çünkü o sırada kadınların başları açıksa kapatmalarını, varsa
dekoltelerini üzerlerine şal alarak vs. kapamalarını veya bunun arayışı içinde
olmalarına alışkındım. Daha önceden böyle gözlemlerim olmuştu. Beni şaşırtan bunların
hiçbirinin olmaması oldu. Başları açık olan kadınlar ile diğer
davetliler, istiflerini bozmadan hiçbir şey olmamış gibi dinlediler sadece.
Daha önemlisi hiç kimsede bunun anormal bir durum olduğunu ima eden bir tutum görmedim.
Her şey gayet doğal seyrinde gerçekleşti. Kimse yadırgamadı.
Tabi dua ve Kur’an tilavetinden sonra düğünün diğer
(ya da seküler) düğünlerden biraz daha farklı devam edeceği beklentisi oldu
bende. Ama öyle olmadı. Diğer düğünlerde olduğu gibi insanlar dans ettiler, çeşitli
yörelerden oyun havalarıyla oynadılar, halay çektiler, eğlendiler.
Takı töreninden sonra gelin ve damadın elini sıkıp
mutluluklar diledik. Gelin hanımı tanımadığımdan dolayı elim havada kalır diye çekingen
davrandım, elimi önce ben uzatmak istemedim. O konuda da yanılmışım, elimi
uzatınca -herhâlde saçlarım beyazlaşmış diye beni yaşlı biri olarak algıladı- elimi
öptü.
Düğün ile ilgili gözlemlerim kısaca bu kadar. Bu
düğünün bana niçin ilginç geldiğini anlatayım. Genellikle kamuoyunda bize
belletilmeye çalışılan şu: Türkiye’de birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan,
medeni insanlar gibi kavga gürültü etmeden beraber yaşamaları mümkün olmayan
iki kesim vardır. Biz bunlara -hep söylendiği gibi- dindarlar ve sekülerler
diyelim. Bu düğünde de görüldüğü gibi aslında dindar ve sekülerler giderek
birbirlerine daha çok benziyorlar. Hayatın getirdiği etkileşim içinde birçok
alanda beraber yaşayan bu insanlar, zannedildiğinin tersine birbirlerini
dönüştürüyorlar. Buna rağmen bu insanları adeta kendilerine özel ayrı dünyalarda,
birbirlerinden yalıtılmış yaşayan, birbirleriyle iletişimi olmayan,
birbirlerinden etkilenmeyen insanlar; hatta birbirlerine düşman insanlar olarak
gösteriliyorlar. Oysaki bu insanların bazıları aynı aile içinde beraber
yaşıyorlar, aynı apartmanda beraber yaşıyorlar, arkadaşlık yapıyorlar, beraber
iş üretiyorlar vs.
Hepsinden önemlisi farklılıklardan düşmanlık
üretmiyorlar. Aslında toplumsal hayatta bu konuda ciddi bir problem yok. Asıl
problem yukarıdan dayatılan şablonlar. Dindar ya da seküler herkesin nasıl
düşüneceğini, yaşayacağını, kime nasıl bakacağını yukarıdan buyuranlar, kendi
kategorizasyonlarını dayatanlar. Böylece toplumsal pratikler icra edilirken -bu
düğündeki gibi- bir arada gayet rahat, birbirlerini yadırgamayan/yargılamayan
insanların, birbirleriyle konuşarak müzakere ederek çeşitli problemleri çözmelerinin
önüne setler çekiliyor. Keza var olan fikir ayrılıkları köpürtülüyor,
düşmanlığa dönüştürülüyor, problemler küçültüleceği yerde aksine büyütülüyor. Çünkü,
mikrodan makro düzeye kadar ‘iktidar’ sahipleri tarafların birbirine
düşmanlaştırılmasının iktidarlarını korumaya hizmet edeceğini düşünüyorlar.
Öyleyse diğer tarafı ‘ötekileştir’. Yapılan bu. Parti ve meclis saflarından,
gazete sütunlarına, sosyal medya trollerine kadar. Önce itham et, sonra
düşmanlaştır.
‘Kimdir bu kategorizasyonları dayatanlar?’ derseniz
aklıma gelenler, en başta siyasete yön veren liderler, bazı siyasetçiler, bazı
sivil toplum önderleri, resmi ya da gayri resmi bazı din adamları, kimi
aydınlar ve onların avaneleri vs.
Özetle Türkiye’de bugün artık dindar-seküler ayrımı
giderek anlamsızlaşıyor. “Dindar” denilen bir birçok birey bir miktar seküler,
“seküler” diye tanımlanan birçok kişi de bir miktar dindar olabili(yo)r. Yani
büyük kitleler açısından dindar ve seküler bireylerin yaşam biçimleri arasında -iki
kutupta yer alan azınlık dışarıda bırakılırsa- ciddi fark yok artık. Artık
diyorum ama, yaşanan değişim bir tarafa belki aslında önceden de ciddi fark
yoktu. Bazı şeylere alışkın olmadığından yadırgayanlar olabilir, ama küçük bir
azınlık hariç var olan farkları “sorun” olarak gören de yok. Sadece burada
bahsettiğim düğün örneğinde değil, günlük hayatta başka şekillerde de bunun
tezahürlerini görüyoruz. Ancak dün ‘laiklik’ üzerinden, bugün ise daha çok
‘din’ üzerinden toplumun iki kutbu arasında büyük gerginlik varmış gibi siyaset
yapılması, daha doğrusu bu gerginliğin köpürtülmesi manidar. Asıl anomali bu.
Onun için asıl sorun olarak görülmesi gereken, üstelik topluma hizmet
etmeyen, hatta ona zarar veren bu siyaset biçimi.
Yorumlar
Yorum Gönder