DOLU
ŞİŞE
Okuyucularımızın çoğu Ege
Cansen’i tanıyordur muhtemelen. Özgün bir iktisatçı-yazardır. Yazarlığı, tarzları
farklı ve onlar kadar velut olmasa da Burhan Felek veya Çetin Altan gibi fıkra
yazarları ile karşılaştırılabilecek kırattadır Cansen. Karmaşık bir mesele ya
da düşünceyi herkesin anlayabileceği bir üslupla anlatmakta ustadır.
Sosyal medyada onunla
yapılan bir söyleşiye rastladım. Bu söyleşide basit bir gözleminden
bahsediyordu. Bazı durumlarda birine bir şey öğretmenin zorluğuna dikkat
çekiyordu. “Muhasebe anlatırken” diyor Cansen “en zor anlayanlar
muhasebecilerdir.” Çünkü ne de olsa muhasebe biliyor. Böyle bir durumda mesela
mühendisler meraklı olabiliyor. Tabirleri, yani terminolojiyi bilmiyor ya da
pek aşina değil, bilanço nedir, aktif nedir, pasif nedir merak ediyor öğrenmeye
çalışıyorlar. Öğrenmeye daha açık oluyorlar. Ama muhasebeciler ‘ben bunları
biliyorum zaten’ diyor. Üniversitede bunun eğitimini gördüm diplomasını aldım, yirmi,
otuz yıllık meslek tecrübem var. ‘Bu bana ne öğretebilir ki?’ diyor. Cansen
bunu tanımlayan bir isim de bulmuş “dolu şişeye su konmaz” diye.
Biz buna “dolu şişe”
sendromu diyelim.
Bahsettiğimiz bu
sendromu özellikle az çok öğretmenlik tecrübesine sahip olanlar kendi
deneyimleri ile de öğrenmişlerdir. Gerçekten de anlatmaya çalıştığınız şeyi
zaten bildiğini düşünen birine bir şey anlatmak/öğretmek zordur. Hele hele
bildiğinin tam doğru olmadığını, işin aslının biraz daha farklı olduğunu
anlatmak daha zordur. Böyle bir durumda ‘öğrenci’ pozisyonunda olan kişi(ler)
ya konudan kopar ya da dinlememeyi veya dinliyor gibi yapmayı tercih eder
muhtemelen. Bu durumun doğal bir sonucu olarak bildikleri üzerine yeniden
düşünmesi söz konusu ol(a)maz. Bundan dolayı bildiklerini güncelleyerek yeniden
yapılandırması da mümkün değildir tabiatıyla. Keza varsa kendi eksiğini fark
etmesi, bu fark edişin bir sonucu olarak eksiğini tamamlaması veya yanlışını
düzeltmesi sözkonusu olmayacağı da açıktır.
Dolu şişe sendromu
dediğimiz bu durum, aslında bir ruh hali olarak da düşünülebilir. Bu durumdaki
kişi(ler) kendini en azından bazı konularda yeterli görmekten öte kimseden bir
şey öğrenemeyeceğine, hiç kimsenin onun bildiklerinden daha fazla ya da farklı
bir şey bilmediğine inanmaktadır. Gene “şişe” metaforuyla anlatayım. Oysa hiç
kimse tam ‘dolu şişe’ ile mukayese edilemez. Hele hele bilim ve tekniğin bu
kadar hızlı geliştiği ve dallanıp budaklandığı bir çağda en ‘dolu’ insan bile
tam dolu değildir, ‘şişe’nin bir kısmı mutlaka boştur. Bundan dolayı yeni bir
şey öğrenmenin kendini yenilemek ya da bildiklerini yeni formata uydurmak için
baştan bunu kabul etmek, bu ruh halini aşmanın şart olduğu açıktır.
Bu sendromun ya da ruh
halinin bazı yan sonuçları da vardır. Dinlemeyen, bir başka tabirle kulaklarını
dışarıya kapatan bu kişi ‘bilmediğini bilen’ biriyse öğrenmeye ihtiyacı
olmadığını düşünüyordur. Ancak çoğu kez kendini (dışarıya) kapatmanın nedeni bu
değildir. Kulağına gelen seslerin ona uygun olmamasıdır, ona makul
görünmemesidir sebep. Yani duymak, anlamak ve bunun sonucunda da gerekiyorsa fikrini
değiştirmek istemiyordur. Kendi yaşamı ya da görüşleri ile uyuşmuyorsa başkasını
dinlemenin faydasız olduğuna inanmaktadır. Bu da bir tür “dolu şişe”
sendromudur.
Diğer taraftan asıl
ihtiyaç duyduğu bu değildir. Onun için asıl ihtiyaç kendi doğrularının
başkaları tarafından teyit edilmesidir, onaylanmasıdır. Ki bu durum, yani kendi
doğrularını onaylatmak peşinde olmak ve bunu öncelemek de yeni bir şey öğrenmeye,
“şişe”yi biraz daha doldurmaya mâni olabilir. Aramızda yaşayan kendi fikrinin
teyit ve övgü bekleyen, hatta sorduğu soruda mütemadiyen bunu hissettiren
kişileri hepimiz biliyoruz. Üstelik böyle kişilerin sayıları da pek az da
değildir.
Burada bir parantez
açarak bilim felsefecisi Thomas Kuhn’un “paradigma” kavramına değinelim. Kuhn
‘paradigma' kavramıyla bir bilime ait bilgilerin nasıl anlaşılacağını
belirleyen temel çerçeveyi ifade eder. Ona göre eski kuşak evvelden beri öğrendiği,
alıştığı ve hayatının adeta bir parçası gibi benimsediği paradigmayı kolay
kolay bırakıp yeni paradigmaya uyum sağlayamaz. Onun için bir paradigmanın
değişmesi için yeni bir kuşağa ihtiyaç vardır, yani en az bir kuşağın değişmesi
gerekir. Kuhn ‘paradigma’ kavramını bilimsel bilginin değişimini açıklamak için
kullanır, ancak sonuçta ‘insan davranışı’yla ilgili olduğu için diğer alanlarda
da açıklayıcı olabileceği açıktır.
Tabi herkesin öğrenmeye
kapalı olduğu da söylenemez. Her zaman öğrenilecek bir şeylerin olabileceğini
düşünenler de az değildir. Ayrıca öğrenme sürecinin aynı zamanda yenilenme
süreci olduğunun da farkındadır böyle insanlar. Bu süreç yeni şeyler öğrenmek
dışında bazı şeylerin unutulması, “yanlış” olduğu fark edilen şeylerin
ayıklanması ve sahip olduğumuz bilginin yeni duruma uygun olarak yeniden
yapılandırılmasını gerektirir. Bu da çoğu kez entelektüel bilgi ve becerisi
yeterli insanların harcıdır. Böyle insanlar için “dolu şişe” anlamsızdır. Çünkü
nihayetinde bazı bilgi ya da yaklaşımlar da eskir, zamanın gerisinde kalır;
günün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Bazı durumlarda kısmi de olsa şişedeki su
dışarıya dökülür. Bundan dolayı da mütemadiyen yeniden yeniden şişeyi doldurmak
gerektiği açıktır. Üstelik şişedeki suyun azalması (unutmak) sadece bilinçli
yapılmaz. İnsan beyni doğası gereği öğrendiklerinin bir kısmını unutur, kendince
ayıklar, dışarıya atar.
Unutma ediminin bir
sonucu olarak bazı hallerde de hatırlarız. Ki öğrendiklerimizden bazılarını
unutmamız da öğrenme sürecinin bir parçasıdır. Unuttuklarımızın bazılarını ise
(yeniden) hatırlarız. Bu da öğrenme sürecinin çizgisel değil, adeta sarmal
nitelikte bir süreç olduğunu göstermektedir.
Son olarak belirtelim ki
“dolu şişe” sendromu dolaysıyla bir şey öğrenmeyen insanların büyük ihtimalle farkında
olmadıkları bir şey vardır. Yeni bir şey (bilgi) öğrenmeden dahi değişmemiz
mümkündür, mesela bakış açımızı değiştirebiliriz. Nasıl mı? Bildiklerimizi
yeniden yorumlamak suretiyle, sahip olduğumuz bilgiler arasında yeni bir
hiyerarşi kurarak, yeni ve farklı bağlantıları fark ederek vs. Çünkü önemli
olan öğrendiğimiz birbirinden bağımsız bilgilerin kendisi değil, hangilerinin
daha fazla önemsendiği (ya da hafifsendiği), daha önemlisi bunların birbirleri
ile nasıl ilişkilendirildiğidir. Paradigma(lar)ı belirleyen de bu bağlantılar ve
bunun sonucunda ortaya çıkan sentezdir. Kulakları dış dünyaya kapalı insanlar
ise bir paradigmanın sonsuza değin geçerli olduğu fantezisini gerçek zanneden,
hatta onu mutlaklaştıran insanlardır. Bu sebeple bilinçli bir değişme/yenilenme
süreci içinde ol(a)mazlar. Ancak onlar da diğer insanlar gibi değişirler, ama
bu değişim doğaldır ki bilinçli değil şartların zorlamasıyla spontane
(kendiliğinden) gelişir.
Vasat insanlardan
nasihat dinleme durumuna düşmeden dinlemek, diğer insanları anlamak suretiyle
kendimizi değiştirebileceğimizin farkında olmak. Ama sadece diğer insanlardan
değil, yaşamın bizzat kendisinden ve kitaplardan da çok şey öğrenebiliriz.
Öğrenmeye niyetimiz varsa tabi.
Hocam kaleminize sağlık. Dolu şişe kavramı çok hoş olmuş. Marifet şişemizin çok da dolu olmadığını fark edebilmekte ki öğrenecek keşfedecek dinlenecek bilgilere pas geçmeyelim kibrimize yenilmeyelim..Teşekkür ederiz..
YanıtlaSilHer zaman şişeyi boş gibi düşünmek lazım kendimiz için. Elinize sağlık
YanıtlaSil